Gerçekleşecek olan kıyamet!
Burada üç kez tekrarlanan hâkka kelimesi, hak kelimesinden türemiş bir isimdir. Hak ise sözlükte, “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeyi kesin olarak bilmek” gibi mânalara gelmektedir. İsim olarak “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında kullanılan hak kelimesi genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilmiştir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Hak”, DİA, XV, 137). Kıyamet kesin olarak gerçekleşeceği ve bu sayede insanlar dünyada yapıp ettiklerinin gerçek değerini kavrayacakları ve sonuçlarını görecekleri için ona da “Hâkka” ismi verilmiştir. Sûrenin ilk üç âyeti gerek üslûp gerekse anlam olarak kıyamet olayının büyüklüğüne ve şiddetine işaret ettiği gibi ne zaman meydana geleceğinin bilinemeyeceğini de göstermektedir.
Müfessirlerin büyük çoğunluğu hâkka kelimesine “kıyamet” anlamı vermiş olmakla birlikte bu âyetlerin ardından dünyada azaba uğramış kavimlerin anılmasından hareketle hâkka kelimesinden, Hz. Peygamber’e isyan eden Kureyş’in başına gelecek olan ağır yenilgiye dikkat çekildiği görüşünde olanlar da vardır (Ateş, X, 36).
Nedir o gerçekleşecek olan kıyamet?
“Kıyamet” diye çevirdiğimiz hâkka kelimesi, hak kelimesinden türemiş bir isimdir. Hak ise sözlükte, “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeyi kesin olarak bilmek” gibi mânalara gelmektedir. İsim olarak “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında kullanılan hak kelimesi genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilmiştir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Hak”, DİA, XV, 137). Kıyamet kesin olarak gerçekleşeceği ve bu sayede insanlar dünyada yapıp ettiklerinin gerçek değerini kavrayacakları ve sonuçlarını görecekleri için ona da “Hâkka” ismi verilmiştir. Sûrenin ilk üç âyeti gerek üslûp gerekse anlam olarak kıyamet olayının büyüklüğüne ve şiddetine işaret ettiği gibi ne zaman meydana geleceğinin bilinemeyeceğini de göstermektedir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu hâkka kelimesine “kıyamet” anlamı vermiş olmakla birlikte bu âyetlerin ardından dünyada azaba uğramış kavimlerin anılmasından hareketle hâkka kelimesinden, Hz. Peygamber’e isyan eden Kureyş’in başına gelecek olan azabın kastedildiği ve bu azabın dehşet ve şiddetine dikkat çekildiği görüşünde olanlar da vardır (Ateş, X, 36).
Gerçekleşecek olan kıyametin ne olduğunu sen ne bileceksin?[556]
Bu âyette, kıyamette yaşanacak olan dehşetli hâlin, gözle görülmedikçe peygamber tarafından bile tam olarak bilinip anlaşılamayacağına işaret edilmektedir.
“Kıyamet” diye çevirdiğimiz hâkka kelimesi, hak kelimesinden türemiş bir isimdir. Hak ise sözlükte, “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeyi kesin olarak bilmek” gibi mânalara gelmektedir. İsim olarak “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında kullanılan hak kelimesi genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilmiştir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Hak”, DİA, XV, 137). Kıyamet kesin olarak gerçekleşeceği ve bu sayede insanlar dünyada yapıp ettiklerinin gerçek değerini kavrayacakları ve sonuçlarını görecekleri için ona da “Hâkka” ismi verilmiştir. Sûrenin ilk üç âyeti gerek üslûp gerekse anlam olarak kıyamet olayının büyüklüğüne ve şiddetine işaret ettiği gibi ne zaman meydana geleceğinin bilinemeyeceğini de göstermektedir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu hâkka kelimesine “kıyamet” anlamı vermiş olmakla birlikte bu âyetlerin ardından dünyada azaba uğramış kavimlerin anılmasından hareketle hâkka kelimesinden, Hz. Peygamber’e isyan eden Kureyş’in başına gelecek olan azabın kastedildiği ve bu azabın dehşet ve şiddetine dikkat çekildiği görüşünde olanlar da vardır (Ateş, X, 36).
Semûd ve Âd kavimleri, yüreklerini hoplatacak olan büyük felaketi (Kıyameti) yalanladılar.
“Kapılarını çalacak felâket” diye çevirdiğimiz karia kelimesi “çarpan, vuran, çarpışan” anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kullanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhireti inkâr edip kendilerine gönderilen peygambere isyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette “tâgiye” (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir (bilgi için bk. A‘râf
7:73-79; Hûd
11:61-68); Âd kavmi ise inkârcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir (krş. Kamer
54:19-20). Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin âkıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerçekleştiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir (bk. A‘râf
7:65-72; Hûd
11:50-60).
Semûd kavmi korkunç bir sarsıntı ile helâk edildi.
“Kapılarını çalacak felâket” diye çevirdiğimiz karia kelimesi “çarpan, vuran, çarpışan” anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kullanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhireti inkâr edip kendilerine gönderilen peygambere isyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette “tâgiye” (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir (bilgi için bk. A‘râf
7:73-79; Hûd
11:61-68); Âd kavmi ise inkârcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir (krş. Kamer
54:19-20). Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin âkıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerektiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir (bk. A‘râf
7:65-72; Hûd
11:50-60).
Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.
“Kapılarını çalacak felâket” diye çevirdiğimiz karia kelimesi “çarpan, vuran, çarpışan” anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kullanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhireti inkâr edip kendilerine gönderilen peygambere isyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette “tâgiye” (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir (bilgi için bk. A‘râf
7:73-79; Hûd
11:61-68); Âd kavmi ise inkârcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir (krş. Kamer
54:19-20). Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin âkıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerektiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir (bk. A‘râf
7:65-72; Hûd
11:50-60).
Allah, onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürdün.
“Kapılarını çalacak felâket” diye çevirdiğimiz karia kelimesi “çarpan, vuran, çarpışan” anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kullanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhireti inkâr edip kendilerine gönderilen peygambere isyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette “tâgiye” (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir (bilgi için bk. A‘râf
7:73-79; Hûd
11:61-68); Âd kavmi ise inkârcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir (krş. Kamer
54:19-20). Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin âkıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerektiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir (bk. A‘râf
7:65-72; Hûd
11:50-60).
Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?
“Kapılarını çalacak felâket” diye çevirdiğimiz karia kelimesi “çarpan, vuran, çarpışan” anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kullanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhireti inkâr edip kendilerine gönderilen peygambere isyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette “tâgiye” (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir (bilgi için bk. A‘râf
7:73-79; Hûd
11:61-68); Âd kavmi ise inkârcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir (krş. Kamer
54:19-20). Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin âkıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerektiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir (bk. A‘râf
7:65-72; Hûd
11:50-60).
Firavun, ondan öncekiler ve yerle bir olan şehirler (halkı olan Lût kavmi) hep o suçu işlediler.
Firavun’dan maksat, Hz. Mûsâ zamanındaki Mısır kralıdır (İbn Âşûr, XXIX, 120; Firavun ve kavmi hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:103 vd.). “Ondan öncekiler” tamlaması ise genel bir ifade olup Firavun’a kadar gelmiş geçmiş ve isyanları sebebiyle helâk olmuş kavimleri kapsamaktadır. Yukarıda geçen Âd ve Semûd kavimleri de bu grubun içinde yer alır. Altı üstüne getirilen şehirler ise Lût aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Sodom ve Gomore olarak yorumlanmıştır (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83). İşte bu kavimlerin her biri kendi peygamberine isyan edip onu yalancılıkla itham ettikleri için ayrı ayrı şiddetli cezalara mâruz kalmışlardır. 10. âyetteki “resul” kelimesinin tekil olması her bir kavme gönderilmiş olan ayrı bir peygamberi ifade eder (İbn Âşûr, XXIX, 122).
11. âyette değinilen olay, Hz. Nûh zamanında meydana gelmiş olan tûfandır. Nûh kavmi peygambere isyan etmelerinin cezasını tufanda boğularak çekmişler, Nûh’a inanıp onun gemisine binenler ise kurtulmuşlardır. İşte, “Sular coştuğu vakit sizi gemide biz taşıdık” meâlindeki cümle o gün Nûh’un gemisinde bulunup da Allah’ın lutfuyla kurtuluşa eren, sular çekildikten sonra da karaya çıkan ve sonrakilerin ataları, dedeleri durumunda bulunan müminlere işaret eder. Yukarıda kısaca değinilen olaylarda inkârcıların cezalandırılmış, inananların ise kurtarılmış olduğu bildirilerek olayların nesilden nesile aktarılması ve duyan herkesin bundan ibret alması amaçlanmıştır. Nitekim bu husus 12. âyette açıkça ifade edilmiştir (Nûh kavmi ve tûfanı hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:59-64; Hûd
11:25-49).
Öyle ki Rablerinin elçilerine karşı geldiler. Bunun üzerine Allah da onları gittikçe artan bir azap ile yakaladı.
Firavun’dan maksat, Hz. Mûsâ zamanındaki Mısır kralıdır (İbn Âşûr, XXIX, 120; Firavun ve kavmi hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:103 vd.). “Ondan öncekiler” tamlaması ise genel bir ifade olup Firavun’a kadar gelmiş geçmiş ve isyanları sebebiyle helâk olmuş kavimleri kapsamaktadır. Yukarıda geçen Âd ve Semûd kavimleri de bu grubun içinde yer alır. Altı üstüne getirilen şehirler ise Lût aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Sodom ve Gomore olarak yorumlanmıştır (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83). İşte bu kavimlerin her biri kendi peygamberine isyan edip onu yalancılıkla itham ettikleri için ayrı ayrı şiddetli cezalara mâruz kalmışlardır. 10. âyetteki “resul” kelimesinin tekil olması her bir kavme gönderilmiş olan ayrı bir peygamberi ifade eder (İbn Âşûr, XXIX, 122). 11. âyette değinilen olay, Hz. Nûh zamanında meydana gelmiş olan tûfandır. Nûh kavmi peygambere isyan ettiği için Allah Teâlâ onları suya garketmiş, Nûh’a inanıp onun gemisine binenleri ise kurtarmıştır. İşte, “Sular coştuğu vakit sizi gemide biz taşıdık” meâlindeki cümle o gün Nûh’un gemisinde bulunup da Allah’ın lutfuyla kurtuluşa eren, sular çekildikten sonra da karaya çıkan ve sonrakilerin ataları, dedeleri durumunda bulunan müminlere işaret eder. Yukarıda kısaca değinilen olaylarda inkârcıların cezalandırılmış, inananların ise kurtarılmış olduğu haber verilerek olayların nesilden nesile aktarılması ve işiten herkesin bundan ibret alması amaçlanmıştır. Nitekim bu husus 12. âyette açıkça ifade edilmiştir (Nûh kavmi ve tûfanı hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:59-64; Hûd
11:25-49).
11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında) su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.
Firavun’dan maksat, Hz. Mûsâ zamanındaki Mısır kralıdır (İbn Âşûr, XXIX, 120; Firavun ve kavmi hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:103 vd.). “Ondan öncekiler” tamlaması ise genel bir ifade olup Firavun’a kadar gelmiş geçmiş ve isyanları sebebiyle helâk olmuş kavimleri kapsamaktadır. Yukarıda geçen Âd ve Semûd kavimleri de bu grubun içinde yer alır. Altı üstüne getirilen şehirler ise Lût aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Sodom ve Gomore olarak yorumlanmıştır (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83). İşte bu kavimlerin her biri kendi peygamberine isyan edip onu yalancılıkla itham ettikleri için ayrı ayrı şiddetli cezalara mâruz kalmışlardır. 10. âyetteki “resul” kelimesinin tekil olması her bir kavme gönderilmiş olan ayrı bir peygamberi ifade eder (İbn Âşûr, XXIX, 122). 11. âyette değinilen olay, Hz. Nûh zamanında meydana gelmiş olan tûfandır. Nûh kavmi peygambere isyan ettiği için Allah Teâlâ onları suya garketmiş, Nûh’a inanıp onun gemisine binenleri ise kurtarmıştır. İşte, “Sular coştuğu vakit sizi gemide biz taşıdık” meâlindeki cümle o gün Nûh’un gemisinde bulunup da Allah’ın lutfuyla kurtuluşa eren, sular çekildikten sonra da karaya çıkan ve sonrakilerin ataları, dedeleri durumunda bulunan müminlere işaret eder. Yukarıda kısaca değinilen olaylarda inkârcıların cezalandırılmış, inananların ise kurtarılmış olduğu haber verilerek olayların nesilden nesile aktarılması ve işiten herkesin bundan ibret alması amaçlanmıştır. Nitekim bu husus 12. âyette açıkça ifade edilmiştir (Nûh kavmi ve tûfanı hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:59-64; Hûd
11:25-49).
11,12. Şüphesiz, (Nûh zamanında) su bastığı vakit, sizi gemide biz taşıdık ki, bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.
Firavun’dan maksat, Hz. Mûsâ zamanındaki Mısır kralıdır (İbn Âşûr, XXIX, 120; Firavun ve kavmi hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:103 vd.). “Ondan öncekiler” tamlaması ise genel bir ifade olup Firavun’a kadar gelmiş geçmiş ve isyanları sebebiyle helâk olmuş kavimleri kapsamaktadır. Yukarıda geçen Âd ve Semûd kavimleri de bu grubun içinde yer alır. Altı üstüne getirilen şehirler ise Lût aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Sodom ve Gomore olarak yorumlanmıştır (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83). İşte bu kavimlerin her biri kendi peygamberine isyan edip onu yalancılıkla itham ettikleri için ayrı ayrı şiddetli cezalara mâruz kalmışlardır. 10. âyetteki “resul” kelimesinin tekil olması her bir kavme gönderilmiş olan ayrı bir peygamberi ifade eder (İbn Âşûr, XXIX, 122). 11. âyette değinilen olay, Hz. Nûh zamanında meydana gelmiş olan tûfandır. Nûh kavmi peygambere isyan ettiği için Allah Teâlâ onları suya garketmiş, Nûh’a inanıp onun gemisine binenleri ise kurtarmıştır. İşte, “Sular coştuğu vakit sizi gemide biz taşıdık” meâlindeki cümle o gün Nûh’un gemisinde bulunup da Allah’ın lutfuyla kurtuluşa eren, sular çekildikten sonra da karaya çıkan ve sonrakilerin ataları, dedeleri durumunda bulunan müminlere işaret eder. Yukarıda kısaca değinilen olaylarda inkârcıların cezalandırılmış, inananların ise kurtarılmış olduğu haber verilerek olayların nesilden nesile aktarılması ve işiten herkesin bundan ibret alması amaçlanmıştır. Nitekim bu husus 12. âyette açıkça ifade edilmiştir (Nûh kavmi ve tûfanı hakkında bilgi için bk. A‘râf
7:59-64; Hûd
11:25-49).
13,14,15. Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67).
Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır.
Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Ancak burada özetlenen bilgiler yorumdan ibaret olup İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler bu âyetler müteşâbihattan olduğu için ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi düşünmenin en doğru tutum olduğunu belirtmişlerdir.
Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7)
13,14,15. Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67). Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır. Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu düşünmüşlerdir. Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7
13,14,15. Sûr’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67). Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır. Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu düşünmüşlerdir. Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7
Gök de yarılmış ve artık o gün o da çökmeye yüz tutmuştur.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67). Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır. Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu düşünmüşlerdir. Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7
Melekler onun kıyılarındadır. O gün Rabbinin Arş’ını, bunların da üstünde sekiz taşıyıcı taşır.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67). Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır. Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu düşünmüşlerdir. Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7
O gün (hesap için Allah’a) arz olunursunuz. Hiçbir sırrınız gizli kalmaz.
Sözlükte sûr, “üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tarif edilir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir (sûr hakkında ayrıca bk. En‘âm
6:73). Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onları açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır (krş. Kehf
18:47). “Gök yarılır, o gün (bütün) bunların düzeni çökmüştür” meâlindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozulacağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder (krş. Enbiyâ
21:104; Zümer
39:67). Eski müfessirler 17. ãyetteki “Melekler göklerin etrafındadır” ifadesini, “Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler” şeklinde tefsir etmişlerdir (meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326). İbn Âşûr ise bu kısmı, “Melekler göklerin etrafında cennetlikleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar” şeklinde yorumlamıştır (XXIX, 127). Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır. Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklamalar yapılmıştır (özellikle bk. A‘râf
7:54). “O gün rabbinin arşını, bunların da üstünde olan sekiz (melek) taşır” diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan “sekiz”den maksadın ne olduğu Kur’an tarafından açıklanmamıştır. Müfessirler âyetin bağlamını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine “hamele-i arş” (arşın taşıyıcıları) denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır (Elmalılı, VIII, 5322). Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı seksen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur (İbn Âşûr, XXIX, 127). Biz, meâlde “sekiz melek” yorumunu tercih ettik; Râzî ise “sekiz şahıs” ifadesini tercih etmiştir (XXX, 109). Ayrıca Cehmiye ve Mu‘tezile âlimleriyle Sünnî ulemâsının önemli bir kısmı, arş kelimesini “mülk” yani bütünüyle âlem olarak yorumlamışlardır (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Arş”, DİA, III, 407-408). Buna göre “arşı taşıyan melekler” de Allah’ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabilir. Allah’ın yarattığı birçok âlemden biri olan madde âlemi dağılırken O’nun diğer âlemlerdeki düzeni ve hükümranlığı (arşı) devam edecektir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu düşünmüşlerdir. Allah zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O’nun arşını taşıması olayı, “Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti” olarak yorumlanmıştır (İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, III, 1183; meleklerin Allah’ın arşını taşıması hakknda bilgi için bk. Mü’min
40:7
İşte o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
“Çünkü ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.”
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
Artık o, hoşnut bir hayat içindedir.
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
Yüksek bir cennettedir.
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
Onun meyveleri sarkar (kolaylıkla devşirilebilir).
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
(Onlara şöyle denir:) “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık, afiyetle yiyin, için.
“Kitap”tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah’ın lutfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve “Alın, kitabımı okuyun” diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister (bk. Râzî, XXX, 111). 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen “geçmiş günler”den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir (bk. Râzî, XXX, 113). Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı iyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tasvir edilmektedir.
Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.”
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.
“Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.”
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.
“Keşke ölüm her şeyi bitirseydi.”
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.
“Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.”
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.
“Saltanatım da yok olup gitti.”
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.
(Allah, şöyle der:) “Onu yakalayıp bağlayın.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Sonra onu cehenneme atın.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu.”
Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki ifadede geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu belirtmiştir (XIX, 148; ayrıca bk. Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın yoksullukla mücadeleye, paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir.
“Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Çünkü o, azamet sahibi Allah’a iman etmiyordu.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Yoksulu doyurmağa teşvik etmiyordu.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Bu sebeple, bugün burada onun samimi bir dostu yoktur.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
“Kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
Onu günahkârlardan başkası yemez.”
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim
14:49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.
38,39,40. Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır.
Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’an-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
38,39,40. Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır. Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’ân-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
38,39,40. Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’an), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır. Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’ân-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır. Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’ân-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır. Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’ân-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır. Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’ân-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn
36:69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).
44,45. Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık.
“Elbette onu kıskıvrak yakalardık” diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir.
44,45. Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık.
“Elbette onu kıskıvrak yakalardık” diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir.
Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik.
“Elbette onu kıskıvrak yakalardık” diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir.
Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı.
“Elbette onu kıskıvrak yakalardık” diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir.
Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.
Kur’an-ı Kerîm’in, ona ön yargılardan sıyrılmış olarak, iyi niyetle yönelip onu tasdik edenler için önemli bir uyarı ve öğüt olmasına karşılık, Kur’an’ı yalan sayanların daima bulunabileceği belirtilmekte; âhirette onun müminler için kurtuluş, inkârcılar için de ceza sebebi olduğu ortaya çıktığında inkârcıların derin bir pişmanlık içinde olacakları ifade edilmektedir.
Şüphesiz biz, içinizden yalanlayanların olduğunu elbette biliyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm’in, ona ön yargılardan sıyrılmış olarak, iyi niyetle yönelenler için son derece faydalı bir uyarı ve bir öğüt olmasına rağmen Kur’an’ı yalan sayanların daima bulunabileceği belirtilmekte; âhirette onun müminler için kurtuluş, inkârcılar için de ceza sebebi olduğu ortaya çıktığında inkârcıların derin bir pişmanlık içinde olacakları ifade edilmektedir. 51-52. “Hakku’l-yak^n” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru” anlamındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yak^n” kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilme’l-yak^n ve ayne’l-yak^nin de ötesinde ve üstündeki kesin bilgidir. Bu üç aşamayı bir arada, “bilgi alarak, görerek, yaşayarak bilmek” şeklinde ifade etmek mümkündür. Burada Kur’an’ı yalan sayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun kesin olarak yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (“hakku’l-yak^n” konusunda ayrıca bk. Vâkıa
56:95; Yusuf Şevki Yavuz, “Hakka’l-yak^n”, DİA, XV, 203). Yukarıda Kur’an’ın yüceliği ve müşriklerin isnat ettiği kusurlardan uzak bulunduğu anlatılarak hem Kur’an’ın ilâhî vahiy olduğu hem de Resûlullah’ın peygamberliğinin kesinliği vurgulanmıştı. Son âyet-i kerîmede ise Resûlullah’ın kendisine verilen bu nimetlerin şükrü olarak rabbinin adını yüceltmesi, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmesi istenmiştir.
Şüphesiz Kur’an, kâfirler için mutlaka bir pişmanlık sebebidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, ona ön yargılardan sıyrılmış olarak, iyi niyetle yönelenler için son derece faydalı bir uyarı ve bir öğüt olmasına rağmen Kur’an’ı yalan sayanların daima bulunabileceği belirtilmekte; âhirette onun müminler için kurtuluş, inkârcılar için de ceza sebebi olduğu ortaya çıktığında inkârcıların derin bir pişmanlık içinde olacakları ifade edilmektedir. 51-52. “Hakku’l-yak^n” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru” anlamındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yak^n” kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilme’l-yak^n ve ayne’l-yak^nin de ötesinde ve üstündeki kesin bilgidir. Bu üç aşamayı bir arada, “bilgi alarak, görerek, yaşayarak bilmek” şeklinde ifade etmek mümkündür. Burada Kur’an’ı yalan sayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun kesin olarak yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (“hakku’l-yak^n” konusunda ayrıca bk. Vâkıa
56:95; Yusuf Şevki Yavuz, “Hakka’l-yak^n”, DİA, XV, 203). Yukarıda Kur’an’ın yüceliği ve müşriklerin isnat ettiği kusurlardan uzak bulunduğu anlatılarak hem Kur’an’ın ilâhî vahiy olduğu hem de Resûlullah’ın peygamberliğinin kesinliği vurgulanmıştı. Son âyet-i kerîmede ise Resûlullah’ın kendisine verilen bu nimetlerin şükrü olarak rabbinin adını yüceltmesi, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmesi istenmiştir.
Şüphesiz Kur’an, gerçek kesin bilgidir.
“Hakku’l-yak^n” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru” anlamındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yak^n” kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilme’l-yak^n ve ayne’l-yak^nin de ötesinde ve üstündeki kesin bilgidir. Bu üç aşamayı bir arada, “duyarak, görerek, yaşayarak bilmek” şeklinde ifade etmek mümkündür. Burada Kur’an’ı yalan sayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun kesin olarak yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (“hakku’l-yak^n” konusunda ayrıca bk. Vâkıa
56:95; Yusuf Şevki Yavuz, “Hakka’l-yak^n”, DİA, XV, 203).
Yukarıda Kur’an’ın yüceliği ve müşriklerin isnat ettiği kusurlardan uzak bulunduğu anlatılarak hem Kur’an’ın ilâhî vahiy olduğu hem de Resûlullah’ın peygamberliğinin kesinliği vurgulanmıştı. Son âyet-i kerîmede ise Resûlullah’ın, kendisine verilen bu nimetlerin şükrü olarak rabbinin adını yüceltmesi, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmesi istenmiştir.
O hâlde sen, yüce Rabbinin adıyla tespih et.
Şu halde ulu rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et!