1,2,3,4. Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.[451]
Âyetlerde belirtilen işleri yapanların melekler, yahut mü’minler ve özellikle âlimler olduğu tefsir bilginlerince ifade edilmiştir.
İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen işlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî’nin açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî’ye göre “sıra sıra dizilmiş olanlar”la dünyada insanların (ibadet için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbn Mes‘ûd, İbn Abbas, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin, buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tanrı’nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah’ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: “Allah’ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tanrı yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah’a nasıl ortak koşabilirsiniz!”
Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmeleri şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazi bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir (Râzî, XXVI, 114).
“Engellemeye çalışanlar” diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara itaat ettirmeleri, sevk ve idare etmeleri veya bütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları şeklinde açıklanır (İbn Atıyye, IV, 465) . Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu işle görevlendirilmiş ayrı bir melekler topluluğu da olabilir (Taberî, XXIII, 34).
“Anmak için okuyanlar”la da meleklerin Kur’an’ı, ilâhî kitapları (Zemahşerî, III, 295) veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah’ı zikir mahiyetindeki sözleri okumaları kastedilmiştir (Şevkânî, IV, 442).
b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî’nin ifadesiyle “Kendilerini Allah’a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah’ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah’ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah’ın dinine davet eden, dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah’ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur’an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir.
c) Burada Kur’an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur’an’ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri işlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir (Zemahşerî, III, 295; Râzî, XXVI, 116). Muhammed Esed, Kur’an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bir sonucu olarak, Râzî’ye nisbet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen (meselâ bk. Taberî, XXIII, 33-34; İbn Atıyye, IV, 465) bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın “melekler” anlamını vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah’ı tesbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih ifadeli birçok âyet bulunmaktadır.
Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, –ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak– ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah’a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O’nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir.
Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tanrı’nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar’ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, “göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbi, doğuların rabbi” olduğuna göre, O’ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir.
“(Güneşin) doğuş yerleri” diye çevirdiğimiz 5. âyetteki meşârık, meşrık kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir (bk. Taberî, XXIII, 35; İbn Âşûr, XXIII, 86-87). Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak –bizim de katıldığımız– notunda şöyle demektedir: “Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomenlerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler” (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve yaratanın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahmân sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed’in ifadesiyle, “Allah’ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade” olarak düşünmek yerinde olur.
1,2,3,4. Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.[451]
Âyetlerde belirtilen işleri yapanların melekler, yahut mü’minler ve özellikle âlimler olduğu tefsir bilginlerince ifade edilmiştir.
İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen işlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî’nin açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî’ye göre “sıra sıra dizilmiş olanlar”la dünyada insanların (iba-det için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbnMes‘ûd, İbn Abbas, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin kendi buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tanrı’nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah’ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: “Allah’ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tanrı yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah’a nasıl ortak koşabilirsiniz!” Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmelerişeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazi bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir (Râzî, XXVI, 114). “Engellemeye çalışanlar” diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara itaat ettirmeleri, sevk ve idare etmeleri veya bütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları (İbn Atıyye, IV, 465) şeklinde açıklanır. Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu işle görevlendirilmiş ayrı bir melekler topluluğu da olabilir (Taberî, XXIII, 34). “Anmak için okuyanlar”la da meleklerin Kur’an’ı, ilâhî kitapları (Zemahşerî, III, 295) veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah’ı zikir mahiyetindeki sözleri (Şevkânî, IV, 442) okumaları kastedilmiştir. b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî’nin ifadesiyle “Kendilerini Allah’a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah’ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah’ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah’ın dinine davet eden, dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah’ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur’an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir. c) Burada Kur’an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur’an’ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri işlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir (Zemahşerî, III, 295; Râzî, XXVI, 116). Muhammed Esed, Kur’an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bir sonucu olarak, Râzî’ye nisbet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen (meselâ bk. Taberî, XXIII, 33-34; İbn Atıyye, IV, 465) bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın “melekler” anlamını vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah’ı tesbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih ifadeli birçok âyet bulunmaktadır. Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, –ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak– ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah’a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O’nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tanrı’nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar’ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, “göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbi, doğuş yerlerinin rabbi” olduğuna göre, O’ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir. “(Güneşin) doğuş yerleri” diye çevirdiğimiz 5. âyetteki meşârık, meşrık kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir (bk. Taberî, XXIII, 35; İbn Âşûr, XXIII, 86-87). Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak –bizim de katıldığımız– notunda şöyle demektedir: “Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomenlerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler” (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve yaratanın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahmân sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed’in ifadesiyle, “Allah’ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade” olarak düşünmek yerinde olur.
1,2,3,4. Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.[451]
Âyetlerde belirtilen işleri yapanların melekler, yahut mü’minler ve özellikle âlimler olduğu tefsir bilginlerince ifade edilmiştir.
İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen işlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî’nin açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî’ye göre “sıra sıra dizilmiş olanlar”la dünyada insanların (iba-det için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbnMes‘ûd, İbn Abbas, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin kendi buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tanrı’nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah’ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: “Allah’ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tanrı yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah’a nasıl ortak koşabilirsiniz!” Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmelerişeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazi bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir (Râzî, XXVI, 114). “Engellemeye çalışanlar” diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara itaat ettirmeleri, sevk ve idare etmeleri veya bütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları (İbn Atıyye, IV, 465) şeklinde açıklanır. Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu işle görevlendirilmiş ayrı bir melekler topluluğu da olabilir (Taberî, XXIII, 34). “Anmak için okuyanlar”la da meleklerin Kur’an’ı, ilâhî kitapları (Zemahşerî, III, 295) veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah’ı zikir mahiyetindeki sözleri (Şevkânî, IV, 442) okumaları kastedilmiştir. b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî’nin ifadesiyle “Kendilerini Allah’a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah’ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah’ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah’ın dinine davet eden, dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah’ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur’an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir. c) Burada Kur’an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur’an’ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri işlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir (Zemahşerî, III, 295; Râzî, XXVI, 116). Muhammed Esed, Kur’an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bir sonucu olarak, Râzî’ye nisbet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen (meselâ bk. Taberî, XXIII, 33-34; İbn Atıyye, IV, 465) bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın “melekler” anlamını vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah’ı tesbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih ifadeli birçok âyet bulunmaktadır. Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, –ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak– ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah’a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O’nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tanrı’nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar’ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, “göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbi, doğuş yerlerinin rabbi” olduğuna göre, O’ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir. “(Güneşin) doğuş yerleri” diye çevirdiğimiz 5. âyetteki meşârık, meşrık kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir (bk. Taberî, XXIII, 35; İbn Âşûr, XXIII, 86-87). Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak –bizim de katıldığımız– notunda şöyle demektedir: “Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomenlerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler” (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve yaratanın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahmân sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed’in ifadesiyle, “Allah’ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade” olarak düşünmek yerinde olur.
1,2,3,4. Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri (Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.[451]
Âyetlerde belirtilen işleri yapanların melekler, yahut mü’minler ve özellikle âlimler olduğu tefsir bilginlerince ifade edilmiştir.
İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen işlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî’nin açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî’ye göre “sıra sıra dizilmiş olanlar”la dünyada insanların (iba-det için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbnMes‘ûd, İbn Abbas, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin kendi buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tanrı’nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah’ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: “Allah’ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tanrı yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah’a nasıl ortak koşabilirsiniz!” Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmelerişeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazi bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir (Râzî, XXVI, 114). “Engellemeye çalışanlar” diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara itaat ettirmeleri, sevk ve idare etmeleri veya bütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları (İbn Atıyye, IV, 465) şeklinde açıklanır. Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu işle görevlendirilmiş ayrı bir melekler topluluğu da olabilir (Taberî, XXIII, 34). “Anmak için okuyanlar”la da meleklerin Kur’an’ı, ilâhî kitapları (Zemahşerî, III, 295) veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah’ı zikir mahiyetindeki sözleri (Şevkânî, IV, 442) okumaları kastedilmiştir. b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî’nin ifadesiyle “Kendilerini Allah’a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah’ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah’ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah’ın dinine davet eden, dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah’ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur’an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir. c) Burada Kur’an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur’an’ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri işlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir (Zemahşerî, III, 295; Râzî, XXVI, 116). Muhammed Esed, Kur’an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bir sonucu olarak, Râzî’ye nisbet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen (meselâ bk. Taberî, XXIII, 33-34; İbn Atıyye, IV, 465) bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın “melekler” anlamını vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah’ı tesbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih ifadeli birçok âyet bulunmaktadır. Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, –ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak– ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah’a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O’nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tanrı’nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar’ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, “göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbi, doğuş yerlerinin rabbi” olduğuna göre, O’ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir. “(Güneşin) doğuş yerleri” diye çevirdiğimiz 5. âyetteki meşârık, meşrık kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir (bk. Taberî, XXIII, 35; İbn Âşûr, XXIII, 86-87). Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak –bizim de katıldığımız– notunda şöyle demektedir: “Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomenlerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler” (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve yaratanın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahmân sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed’in ifadesiyle, “Allah’ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade” olarak düşünmek yerinde olur.
O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Doğuların da (Batıların da) Rabbidir.[452]
Mevsimlere göre güneş ufuk çizgisinde her gün farklı noktalarda doğup batmaktadır. Bu itibarla bir yıllık süre içinde birçok “Doğu”, birçok “Batı” oluşmaktadır. (Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Rahmân sûresi, âyet, 17 ve dipnotu.)
İlk üç âyette hangi varlık topluluğundan bahsedildiği ve bunlara yüklenen işlevlerle ilgili ifadelerin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu ifadelerle ya melek veya insan topluluklarının kastedilmiş olabileceğini belirten Râzî’nin açıklamalarından da (XXVI, 114-117) yararlanarak bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: a) Yaygın yorum, burada meleklerden söz edildiği yönündedir. Şevkânî’ye göre “sıra sıra dizilmiş olanlar”la dünyada insanların (iba-det için) saf tutmaları gibi semada saf tutan melekler kastedilmiştir. İbnMes‘ûd, İbn Abbas, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde bu görüştedirler (IV, 442). İbn Âşûr da, Arap putperestlerinde putların emrinde melekler bulunduğu şeklinde bir inancın yer almadığını, meleklerin kendi buyruğu altında görev yaptığı tek gerçek Tanrı’nın Allah olduğunu, dolayısıyla aşkın âlemin en değerli yaratıkları olan melekler üzerine yemin edilmekle sûrenin temel amacı olan ve 4. âyette altı çizilen Allah’ın birliği inancına dikkat çekildiğini söyler (XXIII, 82). Buna göre bu âyetlerde dolaylı olarak putperestlere hitaben şöyle denilmektedir: “Allah’ın huzurunda sıra sıra dizilip ibadetle meşgul olan, buyruğunun yerine getirilmesine hizmet eden ve zikir okuyan melekler bulunmaktadır. Tanrı yerine koyup taptığınız putların böyle hizmetçileri bulunmadığını siz de kabul ettiğinize göre onları Allah’a nasıl ortak koşabilirsiniz!” Meleklerin sıra sıra dizilmesi, çoğunlukla saf tutarak ibadet etmelerişeklinde yorumlanmıştır. Ancak bunun mecazi bir ifade olup meleklerin Allah katındaki farklı derecelerine işaret ettiği de belirtilmektedir (Râzî, XXVI, 114). “Engellemeye çalışanlar” diye çevirdiğimiz 2. âyet, meleklerin gök cisimlerini, en küçük bir sapmaya izin vermeksizin ilâhî buyruk ve yasalara itaat ettirmeleri, sevk ve idare etmeleri veya bütün kozmik ve dünyevî varlıkların ilâhî hüküm ve kanunlara boyun eğmelerini sağlamaları (İbn Atıyye, IV, 465) şeklinde açıklanır. Bunlar, ilk âyetteki meleklerden ayrı, özellikle bu işle görevlendirilmiş ayrı bir melekler topluluğu da olabilir (Taberî, XXIII, 34). “Anmak için okuyanlar”la da meleklerin Kur’an’ı, ilâhî kitapları (Zemahşerî, III, 295) veya ilâhî kitaplar da dahil olmak üzere Allah’ı zikir mahiyetindeki sözleri (Şevkânî, IV, 442) okumaları kastedilmiştir. b) Bu âyetlerde bazı insan topluluklarından söz edilmiş olması da mümkündür. Bunlar, Râzî’nin ifadesiyle “Kendilerini Allah’a ibadete adamış olan ve bu özellikleriyle âdeta yer yüzünün melekleri sayılmaya değer bulunan yüce ve tertemiz beşerî ruhlar olabilir. Bu insanlar, Allah’ın huzurunda saf tutup namaz kıldıkları, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın kalplerine zararlı dürtüler vermesini önledikleri ve namazda okudukları âyetlerle Allah’ı zikrettikleri için burada belirtilen niteliklerle Allah tarafından takdir edilmişlerdir. Ayrıca burada, insanları Allah’ın dinine davet eden, dinî ve ahlâkî bakımdan sakıncalı davranışlardan alıkoyan, Allah’ın hükümlerini yaşayan ve yaşatan âlimler topluluğu veya düşmana karşı saf tutup savaşan, harp meydanlarında yiğitçe haykırarak düşmanlarının kalplerine korku salan, Kur’an okuyup tekbir getirerek düşman üzerine saldıran mümin savaşçılar kastedilmiş olabilir. c) Burada Kur’an âyetlerinin bazı özellikleri de kastedilmiş olabilir. Buna göre ilk âyette Kur’an’ın konularının zenginliğine, tertip ve düzenine, âyetler arasındaki uyuma; 2. âyette insanların kötü fiilleri işlemelerini yasaklayan, 3. âyette de iyi işler yapmalarını emreden âyetlere işaret edilmiştir (Zemahşerî, III, 295; Râzî, XXVI, 116). Muhammed Esed, Kur’an âyetlerini aklîleştirme yönündeki temel eğiliminin bir sonucu olarak, Râzî’ye nisbet ettiği, aslında diğer tefsirlerde de geçen (meselâ bk. Taberî, XXIII, 33-34; İbn Atıyye, IV, 465) bu şıktaki görüşü tercih ederse de bu yaklaşımın “melekler” anlamını vermekten kaçınma saikine dayandığı anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an’ın başka yerlerinde de gerek meleklerin gerekse ay, güneş gibi kozmik varlıkların Allah’ı tesbih ettikleri, buyruğuna göre hareket ettikleri yönünde sarih ifadeli birçok âyet bulunmaktadır. Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine, –ifadelerinin mutlaklığını da dikkate alarak– ilâhî yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allah’a yönelen, ona kul olan; varlık düzeninde, ahlâkî ve dinî hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde ve hayatında O’nun âyetlerini yaşatan, meleğiyle insanıyla bütün görünür ve görünmez varlıkların kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Böylece bu âyetlerde başlıca özelliklerine işaret edilen varlıklar üzerine yemin edilerek Tanrı’nın birliğine vurgu yapılmakta ve bu suretle Araplar’ın benimsediği putperestlik yanında bütün çok tanrıcı inançlar kesin bir dille reddedilmekte; Allah, “göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin rabbi, doğuş yerlerinin rabbi” olduğuna göre, O’ndan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyip kulluk etmenin anlamsızlığı dile getirilmektedir. “(Güneşin) doğuş yerleri” diye çevirdiğimiz 5. âyetteki meşârık, meşrık kelimesinin çoğulu olup bu bağlamda mevsimlere, hatta yılın her bir gününe göre güneşin farklı doğuş noktalarına işaret etmektedir (bk. Taberî, XXIII, 35; İbn Âşûr, XXIII, 86-87). Muhammed Esed, âyetle ilgili olarak –bizim de katıldığımız– notunda şöyle demektedir: “Muhtelif gündoğumu noktalarının (meşârik) vurgulanması, yaratılmış fenomenlerdeki sonsuz çeşitliliğin, yaratıcının birliği ve benzersizliği ile karşıtlığını sergiler” (II, 910); yani yaratılanların çeşitliliğini ve yaratanın tekliğini ortaya koyar. Aynı yazarın, Rahmân sûresinin 17. âyetine düştüğü notta (III, 1097) belirttiği görüşe de katılıyoruz; orada olduğu gibi bu âyeti de Esed’in ifadesiyle, “Allah’ın, uzaydaki yörünge hareketlerinin nihaî etkeni olduğunu mecaz yoluyla anlatan bir ifade” olarak düşünmek yerinde olur.
Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.
“Yakın sema”dan maksat, arzdan bakıldığında gözlenen gök yüzüdür. Burada gökyüzünün, özellikle ay ışığının olmadığı berrak gecelerde çıplak gözle izlenen, yıldızlarla donatılmış muhteşem güzelliği hatırlatılarak bunu yaratan gücün mükemmellik ve eşsizliğine dikkat çekilmektedir. Gökyüzünün bu estetik manzarası başka âyetlerde, “Biz, yakın semayı kandillerle donattık” şeklinde tasvir edilmektedir (Fussılet
41:12; Mülk
67:5).
Onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
“Yüce topluluk” diye çevirdiğimiz 8. âyetteki mele-i a‘lâ, dünyaya göre yücelerde bulunduğu kabul edilen, ayrıca mânevî mertebeleri de yüksek olan melekler için kullanılan bir deyimdir. Burada, şeytanların bu yüce topluluğa kadar ulaşarak onların sahip olduğu bilgileri öğrenmelerinin önlendiği, nâdiren yanlarına kadar yaklaşıp bir bilgi kırıntısı kapanların olabileceği, ancak onların da isabet ettiği şeyi delip geçecek kadar etkili olan ateş toplarıyla kovalanıp uzaklaştırılacağı bildirilmektedir. Bugün sahip olduğumuz bilgilerle anlamlarını tam olarak kavramamız imkânsız veya son derece güç olduğu için “müteşâbihât” grubu içinde değerlendirilmesi gereken bu âyetler hakkında klasik tefsirlerde o dönemlerin bilgi birikimine ve doğruluğu kuşkulu rivayetlere dayanarak bazı yorumlar yapılmaya çalışılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIII, 36-39). Fakat burada Allah’ın meleklere verdiği bilgilerin ve özellikle vahyin korunmuşluğunu, bu bilgilere herhangi bir şeytanî gücün vakıf olup gerçekliğini bozmasına veya ehliyetsiz olanların açıklamasına izin verilmeyeceğini belirten kısmen sembolik bir anlatımın yer aldığı düşünülebilir (benzer bir anlatım ve açıklaması için bk. Hicr
15:16-18). Bu âyetlerde, olağan üstü niteliklere sahip olduklarına inanılan kâhinlerin semavî güçlerden bilgi aldıkları yolundaki inançların asılsız olduğuna dikkat çekildiği de belirtilmektedir (Kurtubî, XV, 66-67; İbn Âşûr, XXII, 92).
8,9. Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
“Yüce topluluk” diye çevirdiğimiz 8. âyetteki mele-i a‘lâ, dünyaya göre yücelerde bulunduğu kabul edilen, ayrıca mânevî mertebeleri de yüksek olan melekler için kullanılan bir deyimdir. Burada, şeytanların bu yüce topluluğa kadar ulaşarak onların sahip olduğu bilgileri öğrenmelerinin önlendiği, nâdiren yanlarına kadar yaklaşıp bir bilgi kırıntısı kapanların olabileceği, ancak onların da isabet ettiği şeyi delip geçecek kadar etkili olan ateş toplarıyla kovalanıp uzaklaştırılacağı bildirilmektedir. Bugün sahip olduğumuz bilgilerle anlamlarını tam olarak kavramamız imkânsız veya son derece güç olduğu için “müteşâbihât” grubu içinde değerlendirilmesi gereken bu âyetler hakkında klasik tefsirlerde o dönemlerin bilgi birikimine ve doğruluğu kuşkulu rivayetlere dayanarak bazı yorumlar yapılmaya çalışılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIII, 36-39). Fakat burada Allah’ın meleklere verdiği bilgilerin ve özellikle vahyin korunmuşluğunu, bu bilgilere herhangi bir şeytanî gücün vakıf olup gerçekliğini bozmasına veya ehliyetsiz olanların açıklamasına izin verilmeyeceğini belirten kısmen sembolik bir anlatımın yer aldığı düşünülebilir (benzer bir anlatım ve açıklaması için bk. Hicr
15:16-18). Bu âyetlerde, olağan üstü niteliklere sahip olduklarına inanılan kâhinlerin semavî güçlerden bilgi aldıkları yolundaki inançların asılsız olduğuna dikkat çekildiği de belirtilmektedir (Kurtubî, XV, 66-67; İbn Âşûr, XXII, 92).
8,9. Onlar, yüce topluluğu (ileri gelen melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her taraftan taşa tutulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır.
“Yüce topluluk” diye çevirdiğimiz 8. âyetteki mele-i a‘lâ, dünyaya göre yücelerde bulunduğu kabul edilen, ayrıca mânevî mertebeleri de yüksek olan melekler için kullanılan bir deyimdir. Burada, şeytanların bu yüce topluluğa kadar ulaşarak onların sahip olduğu bilgileri öğrenmelerinin önlendiği, nâdiren yanlarına kadar yaklaşıp bir bilgi kırıntısı kapanların olabileceği, ancak onların da isabet ettiği şeyi delip geçecek kadar etkili olan ateş toplarıyla kovalanıp uzaklaştırılacağı bildirilmektedir. Bugün sahip olduğumuz bilgilerle anlamlarını tam olarak kavramamız imkânsız veya son derece güç olduğu için “müteşâbihât” grubu içinde değerlendirilmesi gereken bu âyetler hakkında klasik tefsirlerde o dönemlerin bilgi birikimine ve doğruluğu kuşkulu rivayetlere dayanarak bazı yorumlar yapılmaya çalışılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIII, 36-39). Fakat burada Allah’ın meleklere verdiği bilgilerin ve özellikle vahyin korunmuşluğunu, bu bilgilere herhangi bir şeytanî gücün vakıf olup gerçekliğini bozmasına veya ehliyetsiz olanların açıklamasına izin verilmeyeceğini belirten kısmen sembolik bir anlatımın yer aldığı düşünülebilir (benzer bir anlatım ve açıklaması için bk. Hicr
15:16-18). Bu âyetlerde, olağan üstü niteliklere sahip olduklarına inanılan kâhinlerin semavî güçlerden bilgi aldıkları yolundaki inançların asılsız olduğuna dikkat çekildiği de belirtilmektedir (Kurtubî, XV, 66-67; İbn Âşûr, XXII, 92).
Ancak onlardan söz kapan olur. Onu da delip geçen bir alev izler (ve yok eder).
“Yüce topluluk” diye çevirdiğimiz 8. âyetteki mele-i a‘lâ, dünyaya göre yücelerde bulunduğu kabul edilen, ayrıca mânevî mertebeleri de yüksek olan melekler için kullanılan bir deyimdir. Burada, şeytanların bu yüce topluluğa kadar ulaşarak onların sahip olduğu bilgileri öğrenmelerinin önlendiği, nâdiren yanlarına kadar yaklaşıp bir bilgi kırıntısı kapanların olabileceği, ancak onların da isabet ettiği şeyi delip geçecek kadar etkili olan ateş toplarıyla kovalanıp uzaklaştırılacağı bildirilmektedir. Bugün sahip olduğumuz bilgilerle anlamlarını tam olarak kavramamız imkânsız veya son derece güç olduğu için “müteşâbihât” grubu içinde değerlendirilmesi gereken bu âyetler hakkında klasik tefsirlerde o dönemlerin bilgi birikimine ve doğruluğu kuşkulu rivayetlere dayanarak bazı yorumlar yapılmaya çalışılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIII, 36-39). Fakat burada Allah’ın meleklere verdiği bilgilerin ve özellikle vahyin korunmuşluğunu, bu bilgilere herhangi bir şeytanî gücün vakıf olup gerçekliğini bozmasına veya ehliyetsiz olanların açıklamasına izin verilmeyeceğini belirten kısmen sembolik bir anlatımın yer aldığı düşünülebilir (benzer bir anlatım ve açıklaması için bk. Hicr
15:16-18). Bu âyetlerde, olağan üstü niteliklere sahip olduklarına inanılan kâhinlerin semavî güçlerden bilgi aldıkları yolundaki inançların asılsız olduğuna dikkat çekildiği de belirtilmektedir (Kurtubî, XV, 66-67; İbn Âşûr, XXII, 92).
(Ey Muhammed!) Şimdi sen onlara sor: “Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa yarattığımız diğer şeyleri yaratmak mı? [453] Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
Âyet, öldükten sonra yeniden diriltilmeyi inkâr edenlere cevap niteliğindedir. Zor olanı yapabilenin kolay olanı da yapabileceği vurgulanarak, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşebileceği ortaya konulmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde bazılarına değinilen melekler, yer ve göklerle bunlarda bulunanlar, semayı bezeyen yıldızlar da dahil olmak üzere görünen ve görünmeyen varlıklarıyla bütün evrenin yaratılışı ile evrenin son derece karmaşık yapısı içinde kozmik bakımdan anılmaya bile değmeyecek kadar önemsiz bir yer tutan insanın yaratılışı arasında bir karşılaştırma yapılması, bu suretle ilâhî kudretin mükemmellik ve ihtişamına dair bir fikre varılması istenmektedir. Bu karşılaştırmanın bir amacı da böylesine yüce bir kudretin insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak, dolayısıyla putperest muhatapların bu konuyla ilgili 16-17. âyetlerde özetlenen inkârcı yaklaşımlarının temelsizliğini ortaya koymaktır.
İnsanların atası olan Hz. Âdem “yapışkan çamurdan”, dolayısıyla toprak ve su unsurlarından yaratıldığı için âyet, Âdem’in bu aslî yaratılışını, soyundan gelenlere de genellemiştir. Râzî, bu yorumun yanında özetle şöyle bir yorum da getirmektedir: “Yapışkan çamur” toprak ve suyu ifade eder. Aslında her insan, sperm halinden dünyaya gelmesine, büyüyüp gelişmesine kadar hayatının her aşamasında toprak ve suya bağımlıdır; besinler, bu iki hayat kaynağına dayanır, diğer canlılar gibi insanlar da onlarla beslenir. Şu halde âyet, sadece Hz. Âdem’in değil, bütün insanların yaratılışının ve fizikî varlığının özünü dile getirmektedir (XXVI, 124). 12. âyette varlığın yaratılışı üzerine bu şekilde derinden düşünen ve oradaki ilâhî kudretin tecellilerini gören Hz. Peygamber’in hissettiği, şaşkınlık derecesine varan hayranlık duygusu; buna karşılık tefekkür derinliğinden yoksun oldukları için varlığa derinden bakmaktan âciz bulunan, üstelik uyarı ve aydınlatmalardan yararlanmaya da yanaşmayan müşriklerin alaycı tavırları bağlamında bir zihniyet ve fikir düzeyi mukayesesi yapılmaktadır (12. âyetle ilgili değişik yorumlar için bk. İbn Atıyye, IV, 467; Râzî, XXVI, 126-127; Kurtubî, XV, 69-71; İbn Âşûr, XXIII, 96).
Hayır, sen (onların hâline) şaştın, onlar ise alay ediyorlar.
Yukarıdaki âyetlerde bazılarına değinilen melekler, yer ve göklerle bunlarda bulunanlar, semayı bezeyen yıldızlar da dahil olmak üzere görünen ve görünmeyen varlıklarıyla bütün evrenin yaratılışı ile evrenin son derece karmaşık yapısı içinde kozmik bakımdan anılmaya bile değmeyecek kadar önemsiz bir yer tutan insanın yaratılışı arasında bir karşılaştırma yapılması, bu suretle ilâhî kudretin mükemmellik ve ihtişamına dair bir fikre varılması istenmektedir. Bu karşılaştırmanın bir amacı da böylesine yüce bir kudretin insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak, dolayısıyla putperest muhatapların bu konuyla ilgili 16-17. âyetlerde özetlenen inkârcı yaklaşımlarının temelsizliğini ortaya koymaktır. İnsanların atası olan Hz. Âdem “yapışkan çamurdan”, dolayısıyla toprak ve su unsurlarından yaratıldığı için âyet, Âdem’in bu aslî yaratılışını, soyundan gelenlere de genellemiştir. Râzî, bu yorumun yanında özetle şöyle bir yorum da getirmektedir: “Yapışkan çamur” toprak ve suyu ifade eder. Aslında her insan, sperm halinden dünyaya gelmesine, büyüyüp gelişmesine kadar hayatının her aşamasında toprak ve suya bağımlıdır; besinler, bu iki hayat kaynağına dayanır, diğer canlılar gibi insanlar da onlarla beslenir. Şu halde âyet, sadece Hz. Âdem’in değil, bütün insanların yaratılışının ve fizikî varlığının özünü dile getirmektedir (XXVI, 124). 12. âyette varlığın yaratılışı üzerine bu şekilde derinden düşünen ve oradaki ilâhî kudretin tecellilerini gören Hz. Peygamber’in hissettiği, şaşkınlık derecesine varan hayranlık duygusu; buna karşılık tefekkür derinliğinden yoksun oldukları için varlığa derinden bakmaktan âciz bulunan, üstelik uyarı ve aydınlatmalardan yararlanmaya da yanaşmayan müşriklerin alaycı tavırları bağlamında bir zihniyet ve fikir düzeyi mukayesesi yapılmaktadır (12. âyetle ilgili değişik yorumlar için bk. İbn Atıyye, IV, 467; Râzî, XXVI, 126-127; Kurtubî, XV, 69-71; İbn Âşûr, XXIII, 96).
Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almıyorlar.
Verilen öğütlerden maksat, Kur’an’ın doğru inanç ve düzgün yaşayışla ilgili olarak muhataplarına yaptığı açıklamalar, inkâra sapmaları halinde dünya ve âhirette başlarına geleceklere dair uyarılar, geçmişteki inkârcı toplulukların uğradıkları felâketler hakkındaki ibret verici bilgiler; kısaca onların ıslah olup yollarını düzeltmeleri için Allah’ın âyetlerinde ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yer alan öğütler, uyarılardır. Alaya aldıkları “ilâhî işaret” (âyet) ise Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kanıtlayan mûcizeler veya öğüt ve uyarı amacı taşıyan Kur’an âyetleri ya da Allah’ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği gibi konulara dair vahyin ortaya koyduğu kanıtlar olarak açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 44; Râzî, XXVI, 127-128). 15. âyette inkârcılar, bütün bu öğütlere, uyarılara rağmen Resûlullah’a gelen vahyin, onun sergilediği mûcizelerin “apaçık bir sihir” olduğunu söylüyorlardı.
“Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa varlık alanına çıkardığımız başkalarını mı?” anlamında inkârcılara yöneltilen 11. âyetteki sorunun bir amacının da evreni ve ondaki varlıkları yaratan ulu kudretin, insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak olduğunu belirtmiştik. İbn Âşûr’a göre putperestlerin sihir olduğunu söyledikleri şey, Allah’ın çürümüş bedenlere hayat verileceğini bildiren açıklamalarıdır. Onlara göre bu, anlamsız bir iddia olup bununla dinleyenin büyü yoluyla etkilenmesi amaçlanmıştır (XXIII, 98).
Bir mucize gördükleri zaman onu alaya alıyorlar.
Verilen öğütlerden maksat, Kur’an’ın doğru inanç ve düzgün yaşayışla ilgili olarak muhataplarına yaptığı açıklamalar, inkâra sapmaları halinde dünya ve âhirette başlarına geleceklere dair uyarılar, geçmişteki inkârcı toplulukların uğradıkları felâketler hakkındaki ibret verici bilgiler; kısaca onların ıslah olup yollarını düzeltmeleri için Allah’ın âyetlerinde ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yer alan öğütler, uyarılardır. Alaya aldıkları “ilâhî işaret” (âyet) ise Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kanıtlayan mûcizeler veya öğüt ve uyarı amacı taşıyan Kur’an âyetleri ya da Allah’ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği gibi konulara dair vahyin ortaya koyduğu kanıtlar olarak açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 44; Râzî, XXVI, 127-128). 15. âyette inkârcılar, bütün bu öğütlere, uyarılara rağmen Resûlullah’a gelen vahyin, onun sergilediği mûcizelerin “apaçık bir sihir” olduğunu söylüyorlardı. “Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa varlık alanına çıkardığımız başkalarını mı?” anlamında inkârcılara yöneltilen 11. âyetteki sorunun bir amacının da evreni ve ondaki varlıkları yaratan ulu kudretin, insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak olduğunu belirtmiştik. İbn Âşûr’a göre putperestlerin sihir olduğunu söyledikleri şey, Allah’ın çürümüş bedenlere hayat verileceğini bildiren açıklamalarıdır. Onlara göre bu, anlamsız bir iddia olup bununla dinleyenin büyü yoluyla etkilenmesi amaçlanmıştır (XXIII, 98).
(Dediler ki:) “Bu bir büyüden başka bir şey değildir.”
Verilen öğütlerden maksat, Kur’an’ın doğru inanç ve düzgün yaşayışla ilgili olarak muhataplarına yaptığı açıklamalar, inkâra sapmaları halinde dünya ve âhirette başlarına geleceklere dair uyarılar, geçmişteki inkârcı toplulukların uğradıkları felâketler hakkındaki ibret verici bilgiler; kısaca onların ıslah olup yollarını düzeltmeleri için Allah’ın âyetlerinde ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yer alan öğütler, uyarılardır. Alaya aldıkları “ilâhî işaret” (âyet) ise Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kanıtlayan mûcizeler veya öğüt ve uyarı amacı taşıyan Kur’an âyetleri ya da Allah’ın birliği, âhiret hayatının gerçekliği gibi konulara dair vahyin ortaya koyduğu kanıtlar olarak açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 44; Râzî, XXVI, 127-128). 15. âyette inkârcılar, bütün bu öğütlere, uyarılara rağmen Resûlullah’a gelen vahyin, onun sergilediği mûcizelerin “apaçık bir sihir” olduğunu söylüyorlardı. “Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa varlık alanına çıkardığımız başkalarını mı?” anlamında inkârcılara yöneltilen 11. âyetteki sorunun bir amacının da evreni ve ondaki varlıkları yaratan ulu kudretin, insanları yeniden diriltip hesaba çekmekten âciz olmadığını anlatmak olduğunu belirtmiştik. İbn Âşûr’a göre putperestlerin sihir olduğunu söyledikleri şey, Allah’ın çürümüş bedenlere hayat verileceğini bildiren açıklamalarıdır. Onlara göre bu, anlamsız bir iddia olup bununla dinleyenin büyü yoluyla etkilenmesi amaçlanmıştır (XXIII, 98).
“Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi tekrar diriltileceğiz?”
Putperest Araplar’da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, ayrıca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalarına yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşrû görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm’in, Allah’ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir.
Bir önceki sûrede (Yâsîn
36:77-83) putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve ikna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onların, “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı?” şeklindeki alaylı bir üslûpla sordukları soruya, “Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!” diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkârcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir.
Tefsirlerde “korkunç ses” diye çevirdiğimiz 19. âyetteki zecre kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; “Bunun ardından birden onlar etrafa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, “Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar” buyurulmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve “İşte hesap günü!” diyerek artık sonuç getirmeyecek bir ikrarda bulunacaklarını anlatmaktadır (Süddî, 20. âyet metnindeki yevmü’d-dîn deyimini “hesap günü” olarak yorumlamıştır; bk. Taberî, XXIII, 46).
“Önceden gelip geçmiş atalarımız da mı?”
Putperest Araplar’da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, ayrıca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalarına yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşrû görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir. Bir önceki sûrede (Yâsîn
36:77-83) putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve ikna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onların, “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı?” şeklindeki alaylı bir üslûpla sordukları soruya, “Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!” diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkârcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir. Tefsirlerde “korkunç ses” diye çevirdiğimiz 19. âyetteki zecre kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; “Bunun ardından birden onlar etrafa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, “Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar” buyurulmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve “İşte hesap günü!” diyerek artık sonuç getirmeyecek bir ikrarda bulunacaklarını anlatmaktadır (Süddî, 20. âyet metnindeki yevmü’d-dîn deyimini “hesap günü” olarak yorumlamıştır; bk. Taberî, XXIII, 46).
De ki: “Evet, hem de siz aşağılanmış kimseler olarak (diriltileceksiniz).”
Putperest Araplar’da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, ayrıca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalarına yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşrû görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir. Bir önceki sûrede (Yâsîn
36:77-83) putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve ikna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onların, “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı?” şeklindeki alaylı bir üslûpla sordukları soruya, “Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!” diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkârcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir. Tefsirlerde “korkunç ses” diye çevirdiğimiz 19. âyetteki zecre kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; “Bunun ardından birden onlar etrafa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, “Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar” buyurulmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve “İşte hesap günü!” diyerek artık sonuç getirmeyecek bir ikrarda bulunacaklarını anlatmaktadır (Süddî, 20. âyet metnindeki yevmü’d-dîn deyimini “hesap günü” olarak yorumlamıştır; bk. Taberî, XXIII, 46).
O ancak şiddetli bir sesten ibarettir.[454] Bir de bakarsın ki onlar (diriltilmiş hazır) beklemektedirler.
Buradaki “şiddetli ses” ile ikinci sûr üfürülüşü kastedilmektedir.
Putperest Araplar’da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, ayrıca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalarına yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşrû görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir. Bir önceki sûrede (Yâsîn
36:77-83) putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve ikna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onların, “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı?” şeklindeki alaylı bir üslûpla sordukları soruya, “Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!” diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkârcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir. Tefsirlerde “korkunç ses” diye çevirdiğimiz 19. âyetteki zecre kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; “Bunun ardından birden onlar etrafa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, “Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar” buyurulmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve “İşte hesap günü!” diyerek artık sonuç getirmeyecek bir ikrarda bulunacaklarını anlatmaktadır (Süddî, 20. âyet metnindeki yevmü’d-dîn deyimini “hesap günü” olarak yorumlamıştır; bk. Taberî, XXIII, 46).
Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Bu beklenen ceza günüdür.”
Putperest Araplar’da âhiret inancı yoktu; bu da onlarda sadece bir inanç eksikliği olarak kalmıyor, ayrıca tam bir ahlâkî sorumsuzluğa kapılmalarına yol açıyor; toplumda gücüne ve servetine güvenen seçkinler zümresinin bilhassa insan haklarına dair konularda her türlü haksızlık ve adaletsizliği kendileri için meşrû görmeleri gibi tehlikeli bir anlayışı besliyordu. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın birliği ilkesinin yanında en önemli itikad konusu olarak, herkesten bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabının sorulacağı bir ikinci hayatın varlığını kabul etmeyi gerektiren âhiret inancı üzerinde ısrarla durduğu, birçok defa bu iki inanç ilkesini yan yana zikrettiği, buna karşılık putperestlerin de burada ileri sürdükleri gibi güya aklî bakımdan imkânsız gördüklerini söyleyerek bu inancı şiddetle reddettikleri görülmektedir. Bir önceki sûrede (Yâsîn
36:77-83) putperestlerin öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve âhireti inkâr etmelerine karşı çok açık ve ikna edici kanıtlar ortaya konmuştu; burada ise onların, “Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı?” şeklindeki alaylı bir üslûpla sordukları soruya, “Evet, hem de burnunuz yere sürtülerek!” diye cevap verildikten sonra kısaca kıyametin dehşetine ve bunun inkârcılar üzerinde doğuracağı psikolojik etkiye değinilmektedir. Tefsirlerde “korkunç ses” diye çevirdiğimiz 19. âyetteki zecre kelimesinin, sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifade ettiği belirtilmektedir; “Bunun ardından birden onlar etrafa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, “Sonra sûr yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrafa bakıyor olacaklar” buyurulmuştur. 20. âyet, âhireti inkâr edenlerin, yeniden dirildikten sonra gerçeği anlayıp hayıflanmalarını ve “İşte hesap günü!” diyerek artık sonuç getirmeyecek bir ikrarda bulunacaklarını anlatmaktadır (Süddî, 20. âyet metnindeki yevmü’d-dîn deyimini “hesap günü” olarak yorumlamıştır; bk. Taberî, XXIII, 46).
Onlara, “İşte bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm ve ayırım günüdür” denilir.
Zemahşerî (III, 299), İbn Âşûr (XXIII, 101) gibi müfessirlere dayanarak “yargı günü” diye çevirdiğimiz âyet metnindeki yevmü’l-fasl (ayrım günü) deyimi, âhirette kurulacak mahkeme-i kübrâda kusursuz bir âdil yargılama sonunda haklıyla haksızın, iyilerle kötülerin birbirinden ayırt edileceğine, herkese hak ettiği karşılığın verileceğine işaret eder (Kurtubî, XV, 72; Şevkânî, IV, 447).
22,23,24. Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
“Zalimler”den maksat inkârcılardır. Nitekim Bakara sûresinde de (
2:254), “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” buyurulmuştur. “Eş (karı / koca) anlamındaki zevc kelimesinin çoğulu olan ezvâc, “bir kişi veya grupla aynı inancı, eylemi paylaşan, diğerlerine uyan, onların yolundan, peşinden giden” anlamına da gelir. Bu bağlamda ise özellikle putperest önderlerin peşine takılıp onların uydusu olan, onların sapkın inançlarını ve kötü işlerini paylaşan taklitçi kesim için kullanılmıştır; şeytanların kışkırtmasına uyan inkârcıları veya kocalarının yolunu izleyen kadınları ifade ettiği de söylenmiştir (bk. Taberî, XXIII, 46-47; Zemahşerî, III, 299). Kısaca Râzî’nin Vâkıdî’ye atfen belirttiği gibi (XXVI, 132) burada, “zalimler”den maksat, inkârcıların liderleri, “ezvâc”dan maksat da onların buyruğuna girip uydusu olanlardır; bu uydu kesimi, diğerlerinin eşleri de başka insanlar da olabilir. “Allah’ın dışında taptıkları” ifadesiyle inkârcıların, peşine takıldıkları şeytanların kastedildiğini ileri sürenler varsa da burada putperestlerin, tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle Allah’a ortak koştukları putlardan söz edildiği yorumu daha mâkul görünmektedir.
22,23,24. Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
“Zalimler”den maksat inkârcılardır. Nitekim Bakara sûresinde de (
2:254), “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” buyurulmuştur. “Eş (karı / koca) anlamındaki zevc kelimesinin çoğulu olan ezvâc, “bir kişi veya grupla aynı inancı, eylemi paylaşan, diğerlerine uyan, onların yolundan, peşinden giden” anlamına da gelir. Bu bağlamda ise özellikle putperest önderlerin peşine takılıp onların uydusu olan, onların sapkın inançlarını ve kötü işlerini paylaşan taklitçi kesim için kullanılmıştır; şeytanların kışkırtmasına uyan inkârcıları veya kocalarının yolunu izleyen kadınları ifade ettiği de söylenmiştir (bk. Taberî, XXIII, 46-47; Zemahşerî, III, 299). Kısaca Râzî’nin Vâkıdî’ye atfen belirttiği gibi (XXVI, 132) burada, “zalimler”den maksat, inkârcıların liderleri, “ezvâc”dan maksat da onların buyruğuna girip uydusu olanlardır; bu uydu kesimi, diğerlerinin eşleri de başka insanlar da olabilir. “Allah’ın dışında taptıkları” ifadesiyle inkârcıların, peşine takıldıkları şeytanların kastedildiğini ileri sürenler varsa da burada putperestlerin, tanrısal nitelikler yüklemek suretiyle Allah’a ortak koştukları putlardan söz edildiği yorumu daha mâkul görünmektedir. Bir yoruma göre âhiret gününde putlara can verilerek onlara tapanlarla birlikte cehenneme atılacaklardır. Ancak Râzî’nin de ifade ettiği gibi (aynı yer), günah işlemesi düşünülemeyen cansız nesnelerin –can verilerek– cezalandırılması âdil olmayacağına göre bu nesnelerin onlara tapanlarla birlikte cehenneme atılacağına dair âyetteki açıklama, sadece onlara tapanlar için bir eleştiri ve uyarı amacı taşımaktadır (bk. İbn Atıyye, IV, 469).
22,23,24. Allah, meleklere şöyle emreder: “Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
“Durdurun” buyruğu genellikle “hapsedin” şeklinde açıklanmıştır. “Sorguya çekilme” ile ilgili farklı açıklamalar yapılmışsa da bunun, inkârcılara dünyada yaptıklarının hesabının sorulacağı şeklinde yorumlanması isabetli görünmektedir. 23. âyette inkârcıların cehenneme sürülmesi yönünde bir buyruk yer almakta, 24. âyette ise sorgulamadan söz edilmektedir. Mantıkî olarak önce onların sorgusunun yapılması yani yargılanmaları, suçlulukları kesinleştikten sonra da cezalandırılacakları yere sevkedilmeleri gerektiği düşünülerek ilk bakışta 23. âyetle 24. âyetin sıralamasıyla ilgili bir tereddüt hatıra gelebilirse de (bk. Râzî, XXVI, 132), 23. âyet, yargılama öncesindeki genel bir itham ve tehdidi, 24. âyet ve devamı ise yargı sürecindeki gelişmeleri ifade ettiğinden böyle bir tereddüt yersizdir.
Onlara, “Ne diye yardımlaşmıyorsunuz?” denir.
Mekkeli putperestler, 22. âyette “zalimler” diye anılan lider kesiminin öncülüğünde İslâm’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı tam bir yardımlaşma ve dayanışma halinde mücadele veriyorlar; özellikle bu sûrenin indiği Mekke döneminin ortalarından itibaren bu baskı ve zulümleri giderek şiddetleniyordu. İşte 25. âyette, onların aralarındaki bu dayanışma ve yardımlaşmanın hem haksız olduğuna hem sonuç vermeyeceğine hem de ağır bir cezayı gerektirdiğine işaret edilmiş; 26. âyette de İslâm’a ve müslümanlara karşı amansız bir baskı ve zulüm için yardımlaşanların âhirette Allah’ın hükmüne teslim olmaktan başka çarelerinin kalmayacağı belirtilmiştir. Böylece bu âyetler, –22. âyetle de bağlantılı olarak– başta Kur’an’ın ilk muhatapları olmak üzere, bâtıl inanç ve ideolojiler, haksız ve adaletsiz uygulamalar uğruna dayanışmaya girişenlere, bu yolda öncülük edenlere ve onları destekleyenlere yönelik veciz bir uyarı değeri taşımakta, uğrayacakları nihaî hezimeti dile getirmektedir.
Hayır, onlar bugün teslim olmuş kimselerdir.
Mekkeli putperestler, 22. âyette “zalimler” diye anılan lider kesiminin öncülüğünde İslâm’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı tam bir yardımlaşma ve dayanışma halinde mücadele veriyorlar; özellikle bu sûrenin indiği Mekke döneminin ortalarından itibaren bu baskı ve zulümleri giderek şiddetleniyordu. İşte 25. âyette, onların aralarındaki bu dayanışma ve yardımlaşmanın hem haksız olduğuna hem sonuç vermeyeceğine hem de ağır bir cezayı gerektirdiğine işaret edilmiş; 26. âyette de İslâm’a ve müslümanlara karşı amansız bir baskı ve zulüm için yardımlaşanların âhirette Allah’ın hükmüne teslim olmaktan başka çarelerinin kalmayacağı belirtilmiştir. Böylece bu âyetler, –22. âyetle de bağlantılı olarak– başta Kur’an’ın ilk muhatapları olmak üzere, bâtıl inanç ve ideolojiler, haksız ve adaletsiz uygulamalar uğruna dayanışmaya girişenlere, bu yolda öncülük edenlere ve onları destekleyenlere yönelik veciz bir uyarı değeri taşımakta, uğrayacakları nihaî hezimeti dile getirmektedir.
Birbirlerine yönelip sorarlar (çekişirler).
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır.
Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır.
Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir.
Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir.
Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
Şöyle derler: “Siz bize sağdan gelirdiniz. Bize haktan yana görünürdünüz.”
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
Diğerleri de onlara şöyle derler: “Hayır, siz zaten mü’min kimseler değildiniz.”
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
“Bizim, sizin üzerinizde hiçbir hâkimiyetimiz yoktu. Hatta siz azgın bir kavimdiniz.”
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
“Artık Rabbimizin sözü (azap) bizim hakkımızda gerçekleşti. Biz onu mutlaka tadacağız.”
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
“Evet, biz sizi saptırdık. Çünkü biz de sapkın kimselerdik.”
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
Artık onlar o gün azapta ortaktırlar.
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
İşte biz suçlulara böyle yaparız.
Militan örgüt mensuplarının, yaşadıkları hezimet ve dağılma sürecinin ardından birbirine düşmeleri, birbirlerini suçlamaları gibi inkârcıların da dünyadaki sapkınlık ve haksızlıklarının bedelini ödeme noktasına geldiklerini görünce birbirlerini nasıl suçlayacakları anlatılmaktadır. Taberî (XXIII, 48-49), İbn Atıyye (IV, 469) gibi bazı müfessirler, burada suçlayanların inkârcılar, suçlananların da onları hak yoldan saptıran görülmez varlıklar (cinler, şeytanlar) olduğunu ileri süren rivayetlere itibar etmişlerdir. Ancak çoğunluğun yorumuna göre suçlayanlar sıradan inkârcılar, suçlananlar da onların liderleri konumunda olanlardır. Sözlükte “sağ taraf” ve “and” mânalarına gelen âyet metnindeki yemîn kelimesinin kullanımdaki değişik anlamları nedeniyle 28. âyet farklı şekillerde yorumlanmıştır (bk. Zemahşerî, III, 299). Bizim de tercih ettiğimiz bir yoruma göre eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılır, bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kur’an’da iyilerin amel defterlerinin sağ taraflarından, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifade tarzı da (Hâkka
69:19, 25) sağ ve sol kelimelerinin gelenekteki bu simgesel kullanımına dayanmaktadır (Zemahşerî, III, 299; Râzî, XXVI, 134). Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz” ifadesi mecazi bir anlatım olup, “Bize hakkımızda hayırlı olacak teklifler getirdiğinizi söyler, bize karşı iyi niyetli, sureti haktan görünürdünüz; ama şimdi anlıyoruz ki gerçekte bizi kandırmış, haktan saptırmışsınız, bize kötülük etmişsiniz” anlamına gelmektedir. Hemen bütün tefsirlerde yemîn kelimesinin “and” mânasından hareketle âyetin, “İnkârcılar, kendilerini saptıran liderlerine âhirette, ‘Siz yeminler ederek bizi ayartıp yoldan çıkardınız’ diye suçlayacaklar” şeklinde anlaşılabileceği veya aynı kelimenin “kuvvet, otorite” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak âyeti, “Bize karşı kuvvet kullanarak, üzerimizde otorite kurarak bizi haktan saptırdınız” şeklinde yorumlanabileceği de söylenmiştir. Sonuç olarak burada inkârcıların, âhiretteki âkıbetlerini görünce kendilerini saptıran önderleri suçlayacakları; onların da bu suçlamalara karşı 29-32. âyetlerdeki ifadelerle kendilerini savunacakları bildirilmektedir. Kuşkusuz âhiretle ilgili bu tasvirin yapılmasının asıl amacı, toplumların hem yöneten hem de yönetilen kesimlerini uyarmaktır. Buna göre yönetenler böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek despotik ve saptırıcı uygulamalardan kaçınmalıdırlar; yönetilenler de başkalarının güdümüne girmeden, onurlu bir kişilik sergileyerek, Allah’ın karşısında sorumlu tutulacakları inanç ve davranış konularında kendi iradeleriyle özgür ve bilinçli bir şekilde karar verip seçim yapmalıdırlar. 31-33. âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı ceza göreceklerdir. Devamındaki açıklamalar, 34. âyetteki “suçlular” (mücrimîn) kelimesiyle inkârcıların kastedildiğini göstermektedir.
Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” denildiği zaman, inanmayıp büyüklük taslıyorlardı.
Bir önceki âyette “suçlular” olarak anılan Mekke putperestlerinin, İslâm’ın tevhid ilkesi olan âyet metnindeki, “lâ ilâhe illallâh” (Allah’tan başka tanrı yoktur) ifadesini duyduklarında gösterdikleri tepkinin mahiyetine dikkat çekilmektedir. Çünkü bu ifade sadece onların tanrı inançlarını değiştirmiyor; asıl bu inanç üzerine kurulu bütün Câhiliye telakkisini, değer yargılarını, toplumsal düzenlerini tehdit ediyordu. Bu sebeple de söz konusu ifadeyi duyduklarında, başka bir yerde (Feth
48:26) “hamiyyetü’l-Câhiliyye” (Câhiliye dönemine özgü büyüklenme kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve mâkul gerekçelerle davasını çürütemedikleri Resûlullah hakkında delilik, şairlik, kâhinlik gibi saçma ithamlarda bulunuyor, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız kılacaklarını zannediyorlardı. Buna karşı Kur’an, kesin bir dille onun gerçeği getirdiğini bildirmektedir. Hz. Muhammed’in, önceki peygamberleri tasdik ettiğinin özellikle belirtilmesi, onun getirdiği dinin, diğer dinlerde de mevcut olan evrensel gerçekleri, ilkeleri içerdiğini göstermektedir. Bunlar, başta “lâ ilâhe illallah” cümlesinin özetlediği tevhid ilkesi olmak üzere, bu sûrede önemle üzerinde durulan ve putperestlerce reddedilen âhiret inancı ve diğer iman esaslarıyla dürüstlük, adalet, hakka saygı, insanların yaratılıştan eşitliği gibi ahlâk ve hukuk prensipleri; kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar putperestlerle tartışıp onlara kabul ettirmeyi, uzun vadede kalıcı hale getirmeyi amaçladığı temel gerçekler ve değerlerdir.
“Biz, deli bir şair için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.
Bir önceki âyette “suçlular” olarak anılan Mekke putperestlerinin, İslâm’ın tevhid ilkesi olan âyet metnindeki, “lâ ilâhe illallâh” (Allah’tan başka tanrı yoktur) ifadesini duyduklarında gösterdikleri tepkinin mahiyetine dikkat çekilmektedir. Çünkü bu ifade sadece onların tanrı inançlarını değiştirmiyor; asıl bu inanç üzerine kurulu bütün Câhiliye telakkisini, değer yargılarını, toplumsal düzenlerini tehdit ediyordu. Bu sebeple de söz konusu ifadeyi duyduklarında, başka bir yerde (Feth
48:26) “hamiyyetü’l-Câhiliyye” (Câhiliye dönemine özgü büyüklenme kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve mâkul gerekçelerle davasını çürütemedikleri Resûlullah hakkında delilik, şairlik, kâhinlik gibi saçma ithamlarda bulunuyor, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız kılacaklarını zannediyorlardı. Buna karşı Kur’an, kesin bir dille onun gerçeği getirdiğini bildirmektedir. Hz. Muhammed’in, önceki peygamberleri tasdik ettiğinin özellikle belirtilmesi, onun getirdiği dinin, diğer dinlerde de mevcut olan evrensel gerçekleri, ilkeleri içerdiğini göstermektedir. Bunlar, başta “lâ ilâhe illallah” cümlesinin özetlediği tevhid ilkesi olmak üzere, bu sûrede önemle üzerinde durulan ve putperestlerce reddedilen âhiret inancı ve diğer iman esaslarıyla dürüstlük, adalet, hakka saygı, insanların yaratılıştan eşitliği gibi ahlâk ve hukuk prensipleri; kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar putperestlerle tartışıp onlara kabul ettirmeyi, uzun vadede kalıcı hale getirmeyi amaçladığı temel gerçekler ve değerlerdir.
Hayır, öyle değil. O, hakkı getirmiş, (önceki) peygamberleri de tasdik etmiştir.
Bir önceki âyette “suçlular” olarak anılan Mekke putperestlerinin, İslâm’ın tevhid ilkesi olan âyet metnindeki, “lâ ilâhe illallâh” (Allah’tan başka tanrı yoktur) ifadesini duyduklarında gösterdikleri tepkinin mahiyetine dikkat çekilmektedir. Çünkü bu ifade sadece onların tanrı inançlarını değiştirmiyor; asıl bu inanç üzerine kurulu bütün Câhiliye telakkisini, değer yargılarını, toplumsal düzenlerini tehdit ediyordu. Bu sebeple de söz konusu ifadeyi duyduklarında, başka bir yerde (Feth
48:26) “hamiyyetü’l-Câhiliyye” (Câhiliye dönemine özgü büyüklenme kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve mâkul gerekçelerle davasını çürütemedikleri Resûlullah hakkında delilik, şairlik, kâhinlik gibi saçma ithamlarda bulunuyor, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız kılacaklarını zannediyorlardı. Buna karşı Kur’an, kesin bir dille onun gerçeği getirdiğini bildirmektedir. Hz. Muhammed’in, önceki peygamberleri tasdik ettiğinin özellikle belirtilmesi, onun getirdiği dinin, diğer dinlerde de mevcut olan evrensel gerçekleri, ilkeleri içerdiğini göstermektedir. Bunlar, başta “lâ ilâhe illallah” cümlesinin özetlediği tevhid ilkesi olmak üzere, bu sûrede önemle üzerinde durulan ve putperestlerce reddedilen âhiret inancı ve diğer iman esaslarıyla dürüstlük, adalet, hakka saygı, insanların yaratılıştan eşitliği gibi ahlâk ve hukuk prensipleri; kısaca Kur’an’ın başından sonuna kadar putperestlerle tartışıp onlara kabul ettirmeyi, uzun vadede kalıcı hale getirmeyi amaçladığı temel gerçekler ve değerlerdir.
Şüphesiz siz mutlaka elem dolu azabı tadacaksınız.
Allah âdildir; O’nun mutlak adaleti de âhirette gerçekleşecek; bu da Allah’ın inançta, ahlâk ve yaşayışta doğru yolu izleyenleri ödüllendirirken bâtıl inançları, kötü huyları ve haksız davranışlarıyla yoldan çıkmış olanlara hak ettikleri cezayı vermesi sûretiyle olacaktır.
Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.
Allah âdildir; O’nun mutlak adaleti de âhirette gerçekleşecek; bu da Allah’ın inançta, ahlâk ve yaşayışta doğru yolu izleyenleri ödüllendirirken bâtıl inançları, kötü huyları ve haksız davranışlarıyla yoldan çıkmış olanlara hak ettikleri cezayı vermesi sûretiyle olacaktır.
Ancak Allah’ın halis kulları başka.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır.
Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler.
“İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kāsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
41,42. İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
41,42. İşte onlar için belli bir rızık, meyveler vardır. Onlar ikram gören kimselerdir.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Onlar Naîm cennetlerindedirler.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak otururlar.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
45,46. Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
45,46. Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmekle sarhoş da olmazlar.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Yanlarında bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Sanki onlar (beyazlıklarıyla), saklanmış (gün yüzü görmemiş) yumurtalardır.
Yukarıda inkârcıların âhiretteki durumları hakkında bilgi verilmişti; burada da müminlerin nâil olacakları nimetlerden örnekler sıralanmaktadır. “Bilinen bir nasip” ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu yorumlar yapılmıştır: a) Vakti bilinen rızıklar. Nitekim başka bir âyette (Meryem
19:62) “Orada, sabah akşam rızıkları hazırdır” buyurulmuştur; b) Niteliği bilinen rızıklar. Buna göre cennet nimetlerinin tadı, kokusu ve görünüşüyle kendilerine mahsus özellikleri olacaktır; c) Bir görüşe göre cennetteki rızıkların bilinmesinden maksat, dünya nimetlerinin aksine sürekliliğinden emin olunmasıdır; d) Veya herkesin, dünyadaki iyiliklerine göre hak ettiği miktar ne ise o ölçüde rızıklara nâil olmasıdır (bk. Râzî, XXVI, 136). İbn Âşûr, üçüncü yorumu tercih etmiştir (XXIII, 111). Cennet meyveleri, aynı olmamakla beraber, dünya meyvelerine benzerlikler taşıyacağı için bu yönden “bilinen meyveler” denilmiş olabilir. 42. âyetteki “türlü meyveler” ifadesi bir önceki âyette geçen rızıkların ne olduğunu açıklamaktadır. Müfessirlere göre “meyveler” kelimesi, cennet nimetlerinin beslenme amaçlı değil, lezzet amaçlı olduğunu göstermektedir; çünkü orada yaşamak için dünyadaki gibi beslenmeye ihtiyaç duyulmayacaktır. Taberî’nin 45. âyetin tefsiri münasebetiyle Süddî’den naklettiğine göre Araplar şarap dolu kaba “ke’s” (kadeh), boş olanına da “inâ’” (kap) derlerdi (XXIII, 53). Taberî ve sonraki müfessirler, Süddî’nin verdiği bu bilgi yanında Katâde, Dahhâk gibi başka âlimlere dayanarak bu kelimenin Kur’an’da da özellikle “şarap dolu kâse” anlamında kullanıldığını belirtirler. “İçenleri sarhoş etmez” diye çevirdiğimiz 47. âyetin ilgili kısmına, kıraat farkından dolayı, “İçilmekle tükenmez” şeklinde de mâna verilmiş; 48. âyetteki “kısa bakışlı, ürkek bakışlı kadınlar” anlamına gelen “kåsırâtü’t-tarf” ise mecazi bir ifade olup “sadece eşlerine bakan, eşlerinden başkasında gözü olmayan kadınlar” şeklinde açıklanmıştır (bk. Taberî, XXIII, 54-56; İbn Atıyye, IV, 472-473).
Derken birbirlerine yönelip sorarlar.
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
İçlerinden biri der ki: “Benim bir arkadaşım vardı.”
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
“Sen de tekrar dirilmeyi tasdik edenlerden misin?” derdi.
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
“Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi hesaba çekileceğiz?”
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
Konuşan o kimse, yanındakilere, “Bakar mısınız, hâli ne oldu?” der.
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
Kendisi de bakar ve onu cehennemin ortasında görür.
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
Ona şöyle der: “Allah’a andolsun, neredeyse beni de helâk edecektin.”
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
“Rabbimin nimeti olmasaydı, mutlaka ben de cehenneme konulanlardan olmuştum.”
Tahtlar üzerinde karşılıklı oturan (44. âyet) cennet ehlinden bir grup arasındaki konuşmalardan bir kesit veren temsilî bir anlatım olup iki insan tipi, dolayısıyla iki inanç grubunun âkıbetleri arasında bir karşılaştırma yapılmakta; dünyadayken âhirete inanan ve hayatlarını bu inancın yüklediği sorumluluk bilinciyle geçirenlerin en sonunda inandıkları şeyin doğruluğunu görecekleri ve –41. âyetten itibaren özetlendiği şekilde– iyiliklerinin karşılığını cennetteki mutlu bir hayat olarak alacakları; âhirete inanmayan, dolayısıyla vicdanlarında nihaî sorumluluğa yer vermeyen ve sorumsuzca bir hayat geçirenlerin de cehennemde onulmaz bir bedbahtlığa gömülecekleri anlatılmaktadır.
58,59. “Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz?[455] Bize azap edilmeyecek miymiş?”
Buradaki “ilk ölüm” ifadesi, ikinci bir ölümün gerçekleşeceğini ifade etmez. Müşrikler, ölüp yok olacaklarını, bir daha diriltilmeyeceklerini iddia ediyorlardı. Onlara en büyük elem ve ızdırap kaynağı ölüm idi. Kısaca onların gözünde ölüm, elem, ızdırap ve azabın sembolü idi. O yüzden, “öldükten sonra yok olup gideceğiz. Bir daha dirilmek ve Muhammed’in iddia ettiği gibi azap görmek yok” anlamına gelmek üzere, “İlk ölümümüzden başka ölüm yok diyorlardı.”
“Artık bir daha ölmeyeceğiz değil mi?” anlamındaki soru cümlesi, cennet hayatının sonsuzluğu konusunda bir kuşku ifadesi değil, orada bulunanların, nâil oldukları nimetlerden dolayı hissettikleri şaşkınlık ve mutluluğun büyüklüğünden dolayı söylenecek bir sözdür (Râzî, XXVI, 139). “Önceki ölüm”le bireyin dünya hayatının son bulduğu ölümü kastedilmiştir. “Amel sahipleri böylesi bir kurtuluş için çalışmalıdırlar” ifadesi ise âhiret mutluluğunu kazanmanın, dünyada bu uğurda harcanacak çabaya bağlı olduğunu göstermektedir.
58,59. “Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz?[455] Bize azap edilmeyecek miymiş?”
Buradaki “ilk ölüm” ifadesi, ikinci bir ölümün gerçekleşeceğini ifade etmez. Müşrikler, ölüp yok olacaklarını, bir daha diriltilmeyeceklerini iddia ediyorlardı. Onlara en büyük elem ve ızdırap kaynağı ölüm idi. Kısaca onların gözünde ölüm, elem, ızdırap ve azabın sembolü idi. O yüzden, “öldükten sonra yok olup gideceğiz. Bir daha dirilmek ve Muhammed’in iddia ettiği gibi azap görmek yok” anlamına gelmek üzere, “İlk ölümümüzden başka ölüm yok diyorlardı.”
“Artık bir daha ölmeyeceğiz değil mi?” anlamındaki soru cümlesi, cennet hayatının sonsuzluğu konusunda bir kuşku ifadesi değil, orada bulunanların, nâil oldukları nimetlerden dolayı hissettikleri şaşkınlık ve mutluluğun büyüklüğünden dolayı söylenecek bir sözdür (Râzî, XXVI, 139). “Önceki ölüm”le bireyin dünya hayatının son bulduğu ölümü kastedilmiştir. “Amel sahipleri böylesi bir kurtuluş için çalışmalıdırlar” ifadesi ise âhiret mutluluğunu kazanmanın, dünyada bu uğurda harcanacak çabaya bağlı olduğunu göstermektedir.
Şüphesiz bu (cennetteki nimetlere ulaşmak) büyük bir başarıdır.
“Artık bir daha ölmeyeceğiz değil mi?” anlamındaki soru cümlesi, cennet hayatının sonsuzluğu konusunda bir kuşku ifadesi değil, orada bulunanların, nâil oldukları nimetlerden dolayı hissettikleri şaşkınlık ve mutluluğun büyüklüğünden dolayı söylenecek bir sözdür (Râzî, XXVI, 139). “Önceki ölüm”le bireyin dünya hayatının son bulduğu ölümü kastedilmiştir. “Amel sahipleri böylesi bir kurtuluş için çalışmalıdırlar” ifadesi ise âhiret mutluluğunu kazanmanın, dünyada bu uğurda harcanacak çabaya bağlı olduğunu göstermektedir.
Çalışanlar böylesi için çalışsınlar!
“Artık bir daha ölmeyeceğiz değil mi?” anlamındaki soru cümlesi, cennet hayatının sonsuzluğu konusunda bir kuşku ifadesi değil, orada bulunanların, nâil oldukları nimetlerden dolayı hissettikleri şaşkınlık ve mutluluğun büyüklüğünden dolayı söylenecek bir sözdür (Râzî, XXVI, 139). “Önceki ölüm”le bireyin dünya hayatının son bulduğu ölümü kastedilmiştir. “Amel sahipleri böylesi bir kurtuluş için çalışmalıdırlar” ifadesi ise âhiret mutluluğunu kazanmanın, dünyada bu uğurda harcanacak çabaya bağlı olduğunu göstermektedir.
Ziyafet olarak bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların başları”na benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302).
“Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Şüphesiz biz onu zalimler için bir imtihan aracı kıldık.[456]
Müşrikler, cehennemde “zakkum” denen bir ağacın olduğunu işitince, “Ateş ağacı yakar. Böyle bir ağaç olamaz”, diyerek bunu inkâr ettiler. Allah’ın, dilerse ateşte yanmayan bir ağaç yaratabileceğini düşünemediler. Böylece zakkum ağacı, iman edip etmemeleri noktasında müşrikler için bir imtihan vesilesi olmuştu.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
O, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Onun meyveleri sanki şeytanların kafalarıdır.[457]
Şeytanların nasıl birer varlık oldukları insanlarca bilinmemekte ise de, onların çirkin ve zararlı varlıklar olduğu zihinlerde yer etmiş bir gerçektir. İşte zakkum meyvesinin de çirkin ve zararlı olduğunu ifade etmek açısından böyle bir benzetme yapılmıştır.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Cehennemlikler ondan yiyecekler ve onunla karınlarını dolduracaklardır.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Sonra onların dönüşleri mutlaka cehennemedir.
Râgıb el-İsfahânî zakkûm kelimesini kısaca, “cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” şeklinde açıklar (el-Müfredât, “zkm” md). Kaynaklar, Yemen’in Tihâme bölgesiyle çöle yakın kurak arazilerde yetişen, küçük yapraklı, kötü kokulu, deriye isabet ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan zehirli bir bitkiye zakkum denildiğini belirtirler (İbn Âşûr, XXIII, 122). 65. âyette zakkumun tomurcuklarının “şeytanların kelleleri”ne benzetilmesi, onun gerek tadı gerekse görünüşü itibariyle son derece iğrenç olduğuna delâlet eder. Nitekim Araplar çirkin görüntülü şeylere, “şeytanın kellesi gibi” derlerdi. Bir yılan türüne şeytan isminin verildiği, dolayısıyla âyette zakkum başağının yılan başına benzetilmiş olabileceği de söylenmektedir (Taberî, XXIII, 64; Zemahşerî, III, 302). Müfessirler genellikle “Kur’an’da lânetlenen ağaç” tabiriyle (İsrâ
17:60) zakkumun kastedildiğini belirtirler. Zemahşerî, 62. âyet metnindeki “nüzül” kelimesiyle müminlerin cennette nâil olacakları güzel ikramlara, zakkum kelimesiyle de inkârcıların cehennemde maruz kalacakları elem ve acılara işaret edildiğini belirtir ve her iki durumu da insanların kendi seçimlerinin birer sonucu olarak gösterir (III, 302). “Sınama aracı” diye çevirdiğimiz 63. âyetteki fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inancını tehlikeye sokan, yer yer de burada olduğu gibi inkârcıların bir imtihan vermelerine yol açan sıkıntılı olaylar, durumlar için kullanılır (bilgi için bk. Bakara
2:191). Müfessirler zakkum ağacının bir fitne (deneme aracı) olarak gösterilmesini de şöyle açıklarlar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine konumuz olan âyet inmiştir (Taberî, XXIII, 63-64; İbn Atıyye, IV, 475). Buna göre söz konusu ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla bu imtihanı da kazanmış, kâfir ise inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.
Çünkü onlar babalarını sapık kimseler olarak buldular.
İnkârcıların, yukarıda belirtilen kötü sonla karşılaşmalarının sebebini özetleyen bu âyetlerde Câhiliye Arapları örneğiyle taklitçilik denilen genel bir tutum yanlışlığına dikkat çekilmekte; insanın atalarına veya herhangi bir kişi ya da zümreye olan saygısının, onların yanlış inanç ve fikirlerini, kötü davranışlarını benimseyip devam ettirmesini mazur gösteremeyeceği, aksine onun ebedî hayatını mahvedeceği uyarısı yapılmaktadır.
Kendileri de onların izinden koşa koşa gitmektedirler.
İnkârcıların, yukarıda belirtilen kötü sonla karşılaşmalarının sebebini özetleyen bu âyetlerde Câhiliye Arapları örneğiyle taklitçilik denilen genel bir tutum yanlışlığına dikkat çekilmekte; insanın atalarına veya herhangi bir kişi ya da zümreye olan saygısının, onların yanlış inanç ve fikirlerini, kötü davranışlarını benimseyip devam ettirmesini mazur gösteremeyeceği, aksine onun ebedî hayatını mahvedeceği uyarısı yapılmaktadır.
Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
“Onlar”dan maksat, putperest atalarını körü körüne taklit eden Araplar’dır. Henüz inkârcıların sayılarının müminlerden çok olduğu Mekke döneminde inen bu âyetlerde hidayet ve dalâletin ölçüsünün azlık-çokluk değil, doğruluk-yanlışlık şeklindeki sabit ve objektif değerler olduğu; nitekim geçmiş çağlarda da kendilerine peygamberler gönderilip uyarılmış oldukları halde nice toplumların, sayılarının çokluğuna rağmen, inkâr ve günahlarda ısrar ederek yollarını sapıtmaları yüzünden başlarına gelen felâketlerle yok olup gittikleri, sadece içtenlikle Allah’a inanıp yolundan gidenlerin kurtulabildikleri hatırlatılmaktadır. Burada inkârcılara yönelik bir uyarı bulunduğu gibi Hz. Peygamber’e de onların çokluğuna bakarak ümitsizliğe kapılmadan görevini sabırla sürdürmesi yönünde bir teşvik vardır (Râzî, XXVI, 143).
Andolsun, biz onlara da uyarıcılar göndermiştik.
“Onlar”dan maksat, putperest atalarını körü körüne taklit eden Araplar’dır. Henüz inkârcıların sayılarının müminlerden çok olduğu Mekke döneminde inen bu âyetlerde hidayet ve dalâletin ölçüsünün azlık-çokluk değil, doğruluk-yanlışlık şeklindeki sabit ve objektif değerler olduğu; nitekim geçmiş çağlarda da kendilerine peygamberler gönderilip uyarılmış oldukları halde nice toplumların, sayılarının çokluğuna rağmen, inkâr ve günahlarda ısrar ederek yollarını sapıtmaları yüzünden başlarına gelen felâketlerle yok olup gittikleri, sadece içtenlikle Allah’a inanıp yolundan gidenlerin kurtulabildikleri hatırlatılmaktadır. Burada inkârcılara yönelik bir uyarı bulunduğu gibi Hz. Peygamber’e de onların çokluğuna bakarak ümitsizliğe kapılmadan görevini sabırla sürdürmesi yönünde bir teşvik vardır (Râzî, XXVI, 143).
Bak, uyarılanların sonu nasıl oldu!
“Onlar”dan maksat, putperest atalarını körü körüne taklit eden Araplar’dır. Henüz inkârcıların sayılarının müminlerden çok olduğu Mekke döneminde inen bu âyetlerde hidayet ve dalâletin ölçüsünün azlık-çokluk değil, doğruluk-yanlışlık şeklindeki sabit ve objektif değerler olduğu; nitekim geçmiş çağlarda da kendilerine peygamberler gönderilip uyarılmış oldukları halde nice toplumların, sayılarının çokluğuna rağmen, inkâr ve günahlarda ısrar ederek yollarını sapıtmaları yüzünden başlarına gelen felâketlerle yok olup gittikleri, sadece içtenlikle Allah’a inanıp yolundan gidenlerin kurtulabildikleri hatırlatılmaktadır. Burada inkârcılara yönelik bir uyarı bulunduğu gibi Hz. Peygamber’e de onların çokluğuna bakarak ümitsizliğe kapılmadan görevini sabırla sürdürmesi yönünde bir teşvik vardır (Râzî, XXVI, 143).
Ancak Allah’ın ihlâslı kulları başka.
“Onlar”dan maksat, putperest atalarını körü körüne taklit eden Araplar’dır. Henüz inkârcıların sayılarının müminlerden çok olduğu Mekke döneminde inen bu âyetlerde hidayet ve dalâletin ölçüsünün azlık-çokluk değil, doğruluk-yanlışlık şeklindeki sabit ve objektif değerler olduğu; nitekim geçmiş çağlarda da kendilerine peygamberler gönderilip uyarılmış oldukları halde nice toplumların, sayılarının çokluğuna rağmen, inkâr ve günahlarda ısrar ederek yollarını sapıtmaları yüzünden başlarına gelen felâketlerle yok olup gittikleri, sadece içtenlikle Allah’a inanıp yolundan gidenlerin kurtulabildikleri hatırlatılmaktadır. Burada inkârcılara yönelik bir uyarı bulunduğu gibi Hz. Peygamber’e de onların çokluğuna bakarak ümitsizliğe kapılmadan görevini sabırla sürdürmesi yönünde bir teşvik vardır (Râzî, XXVI, 143).
Andolsun, Nûh bize dua edip seslenmişti. Biz ne güzel cevap vereniz!
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un, rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda Nuh (
71:26-28) ve Kamer (
54:10-17) sûrelerinde bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır.
Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir:
a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir.
b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43).
80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Onun neslini yeryüzünde kalanlar kıldık.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun!
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Sonra biz, diğerlerini suda boğduk.
Yukarıda geçmişteki topluluklara da uyarıcı elçiler gönderildiği belirtilmişti. Buradan 148. âyete kadar geçen bölümde bu konuya dair bazı örneklere işaret edilmektedir. Örneklerden ilki Hz. Nûh ve kavminin durumudur. Nûh’un rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nûh aleyhisselâm, bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allah’a arzetmiş ve sonuçta yüce Allah, –Nûh’un karısı ve bir oğlu da dahil olmak üzere (bk. Hûd
11:42-43; Tahrîm
66:10)– inkâr ve isyanda direnenleri 76. âyette belirtilen “büyük felâket”le yani tûfanla cezalandırmış (bk. Hûd
11:36-49), Nûh ve ailesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. Eski tefsir ve tarih kitaplarında, Kitâb-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda (bk. Tekvin, 6-9. bablar), bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Hâm ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir (Meselâ bk. Taberî, XXIII, 67-68). Buna göre Nûh tûfanından sonra yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir: a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre (IV, 458) âyetteki, “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ sûresinde (
17:3) Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hûd sûresinde de (
11:48) Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir. b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da vardır. Buna göre tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir (Âlûsî, XXIII, 98; ayrıca bk. Hûd
11:42-43). 80. âyetteki muhsin kelimesinin mastarı olan ihsan, genel olarak imanda doğruluk ve içtenliği, söz ve davranışta iyilik ve güzelliği ifade eden geniş kapsamlı bir Kur’an terimidir (bk. Bakara
2:112). Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Nûh’un da belirtilen anlamıyla ihsan içinde geçen bir hayat yaşadığına, bu yönüyle de insanlığa örnek olduğuna işaret edilmektedir.
Şüphesiz İbrahim de O’nun taraftarlarından idi.
“Yolunu izleyenler” diye çevirdiğimiz 83. âyet metnindeki şîa kelimesi, “önder konumundaki birine tam bağlılık gösterip onun yolundan gidenler, ona ve etrafındakilere yardım edenler, destek verenler” anlamında kullanılır (İbn Âşûr, XXIII, 136). Bu ifade, Hz. Nûh’tan sonra gelen Hûd ve Sâlih peygamberler gibi Hz. İbrâhim’in de Nûh’un tebliğ ettiği tevhid inancını devam ettirmek suretiyle onun yolunu izlediğini, onunla aynı inanç ilkelerini ve temel değerleri paylaştığını; onun gibi halkını inkârdan, şirkten ve isyankâr davranışlardan kurtarma mücadelesi verdiğini gösterir.
“Tertemiz kalp” diye çevirdiğimiz 84. ayetteki kalb-i selîm deyimi, inkâr ve şirkten, kibir, gurur, kıskançlık, kin, öfke, riya, cimrilik gibi ahlâkî hastalıklardan ve nefsânî tutkulardan kurtulmuş; ruha yetkinlik kazandıran ve erdemli davranışların kaynağı, güzel hasletlerle bezenmiş olan mânevî kişiliği ifade eder (İbn Âşûr, XXIII, 137). Hz. İbrâhim böyle bir kişiliğe sahip olduğundan, kendisine uyanlarla birlikte müslümanlar için “güzel bir örnek” olarak gösterilmiştir (Mümtehine
60:4).
Hani o, Rabbine temiz bir kalple gelmişti.
“Yolunu izleyenler” diye çevirdiğimiz 83. âyet metnindeki şîa kelimesi, “önder konumundaki birine tam bağlılık gösterip onun yolundan gidenler, ona ve etrafındakilere yardım edenler, destek verenler” anlamında kullanılır (İbn Âşûr, XXIII, 136). Bu ifade, Hz. Nûh’tan sonra gelen Hûd ve Sâlih peygamberler gibi Hz. İbrâhim’in de Nûh’un tebliğ ettiği tevhid inancını devam ettirmek suretiyle onun yolunu izlediğini, onunla aynı inanç ilkelerini ve temel değerleri paylaştığını; onun gibi halkını inkârdan, şirkten ve isyankâr davranışlardan kurtarma mücadelesi verdiğini gösterir. “Tertemiz kalp” diye çevirdiğimiz 84. ayetteki kalb-i selîm deyimi, inkâr ve şirkten, kibir, gurur, kıskançlık, kin, öfke, riya, cimrilik gibi ahlâkî hastalıklardan ve nefsânî tutkulardan kurtulmuş; ruha yetkinlik kazandıran ve erdemli davranışların kaynağı, güzel hasletlerle bezenmiş olan mânevî kişiliği ifade eder (İbn Âşûr, XXIII, 137). Hz. İbrâhim böyle bir kişiliğe sahip olduğundan, kendisine uyanlarla birlikte müslümanlar için “güzel bir örnek” olarak gösterilmiştir (Mümtehine
60:4).
Hani babasına ve kavmine şöyle demişti: “Siz neye tapıyorsunuz?”
Çok tanrılı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür.
Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137).
Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi.
Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır.
Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459).
Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür.
Kur’an-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
“Allah’ı bırakıp da birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?”
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
“O hâlde, âlemlerin Rabbi hakkında görüşünüz nedir?”
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
88,89. İbrahim, yıldızlara baktı ve “Ben hastayım” dedi.
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
88,89. İbrahim, yıldızlara baktı ve “Ben hastayım” dedi.
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar.[458]
İbrahim, babasının ve kavminin taptığı putları kötüleyince, bu putların fayda ya da zarar veremeyeceklerini göstermek üzere yalnız kalıp putları kırmak istiyordu. Kavmi bayram yerine giderken İbrahim’i de çağırdıklarında o, yıldızlara bakarak “Ben hastayım” demişti. İbrahim böyle yaparak, yıldızlardan hüküm çıkaran kavmine güya kendisinin de bu bilgiyi yıldızlardan aldığını anlatmak istemişti. Kavmi de hastalık kapmamak için onu bırakıp gidince, İbrahim yalnız kalma fırsatını yakalamış oldu.
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
İbrahim, onların putlarının tarafına gizlice gitti ve şöyle dedi: “Yemez misiniz?”
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
“Ne diye konuşmuyorsunuz?”
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
Derken üzerlerine yürüyüp onlara güçlü bir darbe indirdi.
Çok tanrıcı inançları sebebiyle babasını ve halkını eleştiren Hz. İbrâhim, putları kırmayı planlıyordu; bunun için 88. âyetteki deyimiyle “Yıldızlara şöyle bir baktı”, ardından kendisinin hasta olduğunu söyledi. Râzî, Hz. İbrâhim’in yıldızlara bakması ve kendisinin hasta olduğunu belirtmesi hususunda şu iki soruyu sormaktadır: 1. Yıldızlara bakmak (onlardan kehanet yollu bilgiler almak) câiz olmadığına göre İbrâhim bunu nasıl yapabilir? 2. O, gerçekten hasta değilse neden asılsız olarak “Ben hastayım” demiştir? Râzî, bu sorulara verilen cevapları da şöyle sıralar: a) Muhtemelen kendisi gerçekten bir nöbetli hastalık geçiriyordu ve hastalık nöbetinin başlama vaktini yıldızların durumundan anlamak üzere göğe baktı ve o vaktin geldiğini anladığı için “Ben hastayım” dedi. b) İbrâhim’in kavmi astrolojiye önem verir, bu yolla tahminlerde bulunur, hüküm çıkarırlardı. Hz. İbrâhim de halkı kadar astroloji konusunda maharetli idi. Şu halde âyette onun yıldızlara bakarak değil, geleneksel astroloji bilgisine müracaat ederek hasta olduğu sonucunu çıkardığı bildirilmektedir. Nitekim hasta olduğunu söyleyince yanındakiler sözüne inandılar (XXVI, 147). İbn Atıyye’nin aktardığı bir yoruma göre “yıldız” anlamına gelen necm kelimesinin, mecazi olarak “bir şeyin insanın içine doğması” anlamına da geldiği dikkate alınarak âyeti, “Kavminin hallerine ve kendisinin onlarla ilgili durumuna dair içine bir fikir doğdu ve o bu fikre baktı, ona itibar etti...” şeklinde anlamak mümkündür. Müfessirler, Hz. İbrâhim’in, hasta olmadığı halde inkârcı topluluğu başından savıp putları kırmak için hasta olduğunu söylemesinin peygamberlik sıfatıyla uyuşup uyuşmadığı konusuna açıklık getirmeye çalışmışlardır. İslâm inancına göre doğruluk (sıdk), güvenilirlik (emanet), yüksek zihin kabiliyeti (fetânet), günahtan korunmuşluk (ismet) ve ilâhî tâlimatı insanlara eksiksiz ulaştırma (tebliğ) peygamberlerin temel özellikleridir. Dolayısıyla herhangi bir meşrû mazeret yokken onların yalan söyleyebileceği düşünülemez. İbn Atıyye, peygamberler hakkında câiz olmayan yalanın, hiçbir şer‘î faydası olmadığı halde asılsız bir söz söylemek olduğunu ifade eder (IV, 478). İbrâhim ise, “Ben hastayım” derken putperestleri yanlarından uzaklaştırarak putları kırmak, dolayısıyla hayırlı bir iş yapmak istiyordu. Şu halde o, peygambere yakışmayan bir iş yapmak şöyle dursun, tam aksine, bir peygamberin birinci görevi olan putperestlikle mücadele amacı taşıyordu; sonuçta asıl niyeti yalan söyleyerek insanları aldatmak değil, putları kırmak ve böylece putperestlikle mücadele görevini yerine getirmek olduğu için herhangi bir günah işlemiş değildir. Nitekim Gazzâlî, şöyle der: “Yalan söz, özü gereği değil, muhataba veya başkasına bir zarar doğurduğu için haramdır... Söz, maksatlara ulaşmaya vesiledir. Eğer maksada doğru sözle ulaşılabiliyorsa yalan söylemek haramdır. Maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa ve bu maksat da meşrû ise yalan söylemek sakıncalı değildir; hatta maksat –meselâ bir mâsum müslümanın canını kurtarmak gibi– zorunlu bir görev olup bu görevi yerine getirmek için yalan söylemek gerekiyorsa bu durumda yalan söylemek farz olur” (İhyâ, III, 137). Zemahşerî, İbrâhim’in yıldızlara bakmasını şöyle açıklar: İbrâhim’in kavmi yıldızperestti; bu sebeple o, yanındakilere, yıldızlara bakarak astroloji sayesinde yıldızlardan kendisinde bir hastalık bulduğu sonucunu çıkardığını ima etti (III, 304). Asıl maksadı ise yalnız kalarak putları kırıp dökmek, böylece onların –tanrı olmaları şöyle dursun– kendi kendilerini korumaktan bile âciz nesneler olduklarını göstermekti; her şeyi planladığı şekilde gerçekleştirdi. Sonuç olarak bize göre Hz. İbrâhim, aslında kendisi böyle bir şeye inanmamakla birlikte halk, gök cisimlerinden haber alınabileceğine inandığı için yıldızlara bakarak güya oradan kendisinin hasta olduğu yolunda bir hüküm çıkardığını söylemiştir. Sonra da hasta olmadığını, onları denediğini, yıldızlardan hüküm çıkarmanın aslı esası olmadığını bu denemeyle ortaya koymuştur; nitekim aynı yıldızlara bakan ve bu işten anladığını söyleyen insanlar da sonunda yanıldıklarının farkına varmışlardır. Bütün bu yorumlar “Yıldızlara ... baktı” diye çevirdiğimiz cümleyi, “Geleceğe dair bilgi almak için astrolojiye müracaat etti” şeklindeki anlamaya dayanmaktadır. Halbuki bu cümle, oradakileri savmak için “Bir çare düşündü” mânasını da ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 459). Hz. İbrâhim’in, inkârcılara karşı yönelttiği “Peki, âlemlerin rabbiyle ilgili düşünceniz nedir?” meâlindeki sorusu genellikle, “Allah âlemlerin rabbi olduğu halde siz kalkıp başka varlıkları tanrı kabul eder ve onlara taparken, yarın Allah’ın huzuruna vardığınızda O’nun sizin hakkınızda nasıl bir hüküm vereceğini, nasıl bir muameleyle karşılaşacağınızı hiç düşünüyor musunuz?” şeklinde bir uyarı ve eleştiri olarak yorumlanmıştır (Taberî, XXIII, 70; farklı yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXIII, 139-141). Ancak bunu, “Âlemlerin bir rabbi, yaratıcı ve yöneticisi olduğuna inanıyor musunuz? Aslında sizin dinî geleneğinizde bu inanç vardır. Şu halde O’nu bırakıp da putlara nasıl tapabilirsiniz?” şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in, putlara yönelik olarak Hz. İbrâhim’in ağzından aktardığı, “Neden bir şeyler yemiyorsunuz; neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” şeklindeki müstehzî sözlerde aslında putperest Araplar’a yönelik alay yollu bir uyarı vardır.
Kavmi (telaş içinde) koşarak ona doğru geldi.
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124).
Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
İbrahim, şöyle dedi: “Yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?”
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
“Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
Kavmi, “Onun için bir bina yapın, (içinde ateş yakın) ve onu ateşe atın” dedi.
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en alçak kimseler kıldık.
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
İbrahim, şöyle dedi: “Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gideceğim. O, bana yol gösterecektir.”
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
“Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla.”
Hz. İbrâhim’in putları kırması etrafında gelişen olaylar burada en dikkate değer yönleriyle özetlenmiş; başka sûrelerde ise daha ayrıntılı bilgi verilmiştir. Şöyle ki, halk bayram şöleni için şehrin dışına çıkınca İbrâhim, hasta olduğunu söyleyerek yalnız kalmış; bu sırada, en büyüğü dışındaki bütün putları kırmıştı. Törenden dönenler durumu görünce, yaptıkları soruşturma sonucunda İbrâhim’i sorguya çekmişlerdi. Bu sırada bâtıl inançlarına karşı Hz. İbrâhim’in yönelttiği eleştirilere karşı inançlarını savunamayan, haklı cevaplar bulamayan putperestler, onun varlığını ortadan kaldırmak istediler; ancak bir mûcize gerçekleşti ve Allah onu yanmaktan korudu (Hz. İbrâhim’in eleştirileri, putları kırması ve diğer gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Enbiyâ
21:51-70). Artık halkını putperestlikten vazgeçiremeyeceğini anlayan İbrâhim, yurdunu terketti. “Ben rabbime gidiyorum, O bana yol gösterecektir” ifadesi, Allah’ın buyruğuna uyarak ülkesinden ayrılıp O’nun kendisi için takdir ettiği başka bir yere gideceğini açıkladığı şeklinde yorumlanmaktadır (Zemahşerî, III, 306; Hz. İbrâhim ve hayatı hakkında bilgi için bk. Bakara
2:124). Hz. İbrâhim’in, putperestlerin inançlarındaki mantıksızlığı açıkça ortaya koymak üzere 96. âyette geçen, “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” şeklindeki sözü iki şekilde açıklanmıştır: a) “Sizi de sizin yaptığınız putları da Allah yarattı.” Böylece yaratılmış olanın yaratılana ortak koşulmasındaki mantıksızlık dile getirilmektedir. b) “Sizi de sizin amellerinizi, işlerinizi de Allah yarattı.” Şu halde Allah dilemese ve insanlara iş yapma gücü ve imkânını vermeseydi hiç kimsenin hiçbir eylemde bulunması mümkün değildi. Kader inancına bağlı olan Ehl-i sünnet bu açıklamayı, Mu‘tezile ise ilk açıklamayı benimsemişlerdir (kader konusuyla ilgili bilgi için bk. Bakara
2:7, 286).
Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik.
Dilcilerin hem zihinsel gelişmişlik hem de ahlâkî olgunluk anlamı içerdiğini belirttikleri, bu sebeple “akıllı ve iyi huylu” diye çevirdiğimiz halîm, Kur’an-ı Kerîm’de, on bir âyette “sabırlı, yapacağını aceleyle ve kızgınlıkla yapmayan” anlamında Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir (bilgi için bk. İsrâ
17:44). “Sabırlı ve temkinli, akıllı, ağır başlı” gibi anlamlar içeren diğer dört kullanımından ikisi Hz. İbrâhim (Tevbe
9:114; Hûd
11:75), biri Hz. Şuayb (Hûd
11:87) hakkındadır. Sonuncusunun da konumuz olan âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen oğlu ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
“Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince” diye çevirdiğimiz 102. âyetin ilgili kısmı, “Çocuk, babasının yanında koşup dolaşacak yaşa gelince” şeklinde de anlaşılmıştır. Âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen ve daha sonra kurban edilmesi istenen bu çocuğun isminin verilmemesi, onun İbrâhim’in İsmâil ve İshak isimli iki oğlundan hangisi olduğu hususunda tartışmalara yol açmıştır. Tevrat’ta onun İshak olduğu bildirilmektedir (Tekvin,
22:9-13). Taberî, her iki yöndeki rivayetleri aktardıktan sonra kendisi, müjdelenen ve kurban edilmek istenenin İshak olduğunu kabul eder (XXIII, 76-79, 81-83; 83-86). İbn Atıyye de Ashaptan Abbas ve oğlu Abdullah ile Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Kâ‘b el-Ahbâr, Ubeyd b. Amr’ın isimlerini de vererek, “Âlimlerin çoğu”na göre müjdelenen ve kurban edilmek istenen çocuğun İshak olduğunu, “İsmâil’dir” diyen “bir fırka”nın da bulunduğunu belirtir (IV, 480). Zemahşerî, âyetin uslûbundan bu çocuğun erkek olduğu, kurban edilmek istendiğinde buluğ çağına ulaştığı ve halîm olduğu sonucunu çıkarmakta; hilmine en güzel kanıt olarak, hayatı söz konusu olduğu halde “İnşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın” demek suretiyle kurban edilmesiyle ilgili buyruğa teslim olmasını göstermekte (III, 347), daha sonra kurban edilmesi istenenin veya İshak olduğunu ileri sürenlerin gerekçelerini sıralamaktadır (III, 306-307). Râzî de İshak ve İsmâil diyenlerin gerekçelerini maddeler halinde zikrettikten sonra, eğer İshak ise kurban olayının Diyârışam’da, bir görüşe göre Kudüs’te, İsmâil ise Mina’da (Mekke) geçmiş olması gerektiğini belirtmektedir. Râzî, sonuçta Zeccâc’ın, “Hangisinin kurban edildiğini en iyi Allah bilir” dediğini belirtmekte ve kendisi de, “Evet en iyi Allah bilir” diyerek bu hususta bir tercih yapmaktan kaçınmaktadır (XXVI, 133-155). Şevkânî de tartışmaların geniş bir özetini verdikten sonra her iki tarafın görüşlerinin de tartışmaya açık olduğunu belirtmekle yetinir (IV, 462).
Sonuç olarak 100-101. âyetlerden anlaşıldığına göre Hz. İbrâhim bu duasından sonra ilk oğluna sahip olmuştur. Bu sûrenin 100-107. âyetler ile 112-113. âyetlerinin içeriği, ilk oğulun Hz. İsmâil olduğunu gösteriyor. Kurban edilmesi istenen de ilk oğul olduğuna göre bunun İsmâil olması kuvvetle muhtemeldir. (Bilgi için bk. Ömer Faruk Harman “İsmâil”, DİA, XXIII, 80-82) Öte yandan konumuz olan âyetlerin asıl amacı, kurban olayının kahramanlarını tanıtmak ve olayın tarihsel gelişimini anlatmak değil, Hz. İbrâhim’in tevhid mücadelesinden alınacak dersleri hatırlatmak, onun çok sevdiği oğlunu bile Allah uğrunda feda etmekten kaçınmayacak kadar ilâhî iradeye teslim oluşundan ders almamızı sağlamak; kezâ oğlunun da yaşının küçüklüğüne rağmen aynı teslimiyet şuuruna sahip olduğunu bir ibret levhası olarak ortaya koymaktır.
Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.
Dilcilerin hem zihinsel gelişmişlik hem de ahlâkî olgunluk anlamı içerdiğini belirttikleri, bu sebeple “akıllı ve iyi huylu” diye çevirdiğimiz halîm, Kur’ân-ı Kerîm’de, on bir âyette “sabırlı, yapacağını aceleyle ve kızgınlıkla yapmayan” anlamında Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir (bilgi için bk. İsrâ
17:44). “Sabırlı ve temkinli, akıllı, ağır başlı” gibi anlamlar içeren diğer dört kullanımından ikisi Hz. İbrâhim (Tevbe
9:114; Hûd
11:75), biri Hz. Şuayb (Hûd
11:87) hakkındadır. Sonuncusunun da konumuz olan âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen oğlu ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. “Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince” diye çevirdiğimiz 102. âyetin ilgili kısmı, “Çocuk, babasının yanında koşup dolaşacak yaşa gelince” şeklinde de anlaşılmıştır. Âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen ve daha sonra kurban edilmesi istenen bu çocuğun isminin verilmemesi, onun İbrâhim’in İsmâil ve İshak isimli iki oğlundan hangisi olduğu hususunda tartışmalara yol açmıştır. Tevrat’ta onun İshak olduğu bildirilmektedir (Tekvin,
22:9-13). Taberî, her iki yöndeki rivayetleri aktardıktan sonra kendisi, müjdelenen ve kurban edilmek istenenin İshak olduğunu kabul eder (XXIII, 76-79, 81-83; 83-86). İbn Atıyye de Ashaptan Abbas ve oğlu Abdullah ile Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Kâ‘b el-Ahbâr, Ubeyd b. Amr’ın isimlerini de vererek, “Âlimlerin çoğu”na göre müjdelenen ve kurban edilmek istenen çocuğun İshak olduğunu, “İsmâil’dir” diyen “bir fırka”nın da bulunduğunu belirtir (IV, 480). Zemahşerî, âyetin uslûbundan bu çocuğun erkek olduğu, kurban edilmek istendiğinde buluğ çağına ulaştığı ve halîm olduğu sonucunu çıkarmakta; hilmine en güzel kanıt olarak, hayatı söz konusu olduğu halde “İnşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın” demek suretiyle kurban edilmesiyle ilgili buyruğa teslim olmasını göstermekte (III, 347), daha sonra kurban edilmesi istenenin veya İshak olduğunu ileri sürenlerin gerekçelerini sıralamaktadır (III, 306-307). Râzî de İshak ve İsmâil diyenlerin gerekçelerini maddeler halinde zikrettikten sonra, eğer İshak ise kurban olayının Diyârışam’da, bir görüşe göre Kudüs’te, İsmâil ise Mina’da (Mekke) geçmiş olması gerektiğini belirtmektedir. Râzî, sonuçta Zeccâc’ın, “Hangisinin kurban edildiğini en iyi Allah bilir” dediğini belirtmekte ve kendisi de, “Evet en iyi Allah bilir” diyerek bu hususta bir tercih yapmaktan kaçınmaktadır (XXVI, 133-155). Şevkânî de tartışmaların geniş bir özetini verdikten sonra her iki tarafın görüşlerinin de tartışmaya açık olduğunu belirtmekle yetinir (IV, 462). Sonuç olarak 100-101. âyetten anlaşıldığına göre Hz. İbrâhim bu duasından sonra ilk oğluna sahip olmuştur. Gerek Tevrat’ın beyanı (Tekvin
16:15-16) gerekse bu sûrenin 112-113. âyetlerinin içeriği, ilk oğulun Hz. İsmâil olduğunu gösteriyor. Kurban edilmesi istenen de ilk oğul olduğuna göre bunun İsmâil olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan konumuz olan âyetlerin asıl amacı, kurban olayının kahramanlarını tanıtmak ve olayın tarihsel gelişimini anlatmak değil, Hz. İbrâhim’in tevhid mücadelesinden alınacak dersleri hatırlatmak, onun çok sevdiği oğlunu bile Allah uğrunda feda etmekten kaçınmayacak kadar ilâhî iradeye teslim oluşundan ders almamızı sağlamak; kezâ oğlunun da yaşının küçüklüğüne rağmen aynı teslimiyet şuuruna sahip olduğunu bir ibret levhası olarak ortaya koymaktır.
103,104. Nihayet her ikisi de (Allah’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”
Dilcilerin hem zihinsel gelişmişlik hem de ahlâkî olgunluk anlamı içerdiğini belirttikleri, bu sebeple “akıllı ve iyi huylu” diye çevirdiğimiz halîm, Kur’ân-ı Kerîm’de, on bir âyette “sabırlı, yapacağını aceleyle ve kızgınlıkla yapmayan” anlamında Allah’ın sıfatı olarak geçmektedir (bilgi için bk. İsrâ
17:44). “Sabırlı ve temkinli, akıllı, ağır başlı” gibi anlamlar içeren diğer dört kullanımından ikisi Hz. İbrâhim (Tevbe
9:114; Hûd
11:75), biri Hz. Şuayb (Hûd
11:87) hakkındadır. Sonuncusunun da konumuz olan âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen oğlu ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. “Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince” diye çevirdiğimiz 102. âyetin ilgili kısmı, “Çocuk, babasının yanında koşup dolaşacak yaşa gelince” şeklinde de anlaşılmıştır. Âyette Hz. İbrâhim’e müjdelenen ve daha sonra kurban edilmesi istenen bu çocuğun isminin verilmemesi, onun İbrâhim’in İsmâil ve İshak isimli iki oğlundan hangisi olduğu hususunda tartışmalara yol açmıştır. Tevrat’ta onun İshak olduğu bildirilmektedir (Tekvin,
22:9-13). Taberî, her iki yöndeki rivayetleri aktardıktan sonra kendisi, müjdelenen ve kurban edilmek istenenin İshak olduğunu kabul eder (XXIII, 76-79, 81-83; 83-86). İbn Atıyye de Ashaptan Abbas ve oğlu Abdullah ile Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Kâ‘b el-Ahbâr, Ubeyd b. Amr’ın isimlerini de vererek, “Âlimlerin çoğu”na göre müjdelenen ve kurban edilmek istenen çocuğun İshak olduğunu, “İsmâil’dir” diyen “bir fırka”nın da bulunduğunu belirtir (IV, 480). Zemahşerî, âyetin uslûbundan bu çocuğun erkek olduğu, kurban edilmek istendiğinde buluğ çağına ulaştığı ve halîm olduğu sonucunu çıkarmakta; hilmine en güzel kanıt olarak, hayatı söz konusu olduğu halde “İnşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın” demek suretiyle kurban edilmesiyle ilgili buyruğa teslim olmasını göstermekte (III, 347), daha sonra kurban edilmesi istenenin veya İshak olduğunu ileri sürenlerin gerekçelerini sıralamaktadır (III, 306-307). Râzî de İshak ve İsmâil diyenlerin gerekçelerini maddeler halinde zikrettikten sonra, eğer İshak ise kurban olayının Diyârışam’da, bir görüşe göre Kudüs’te, İsmâil ise Mina’da (Mekke) geçmiş olması gerektiğini belirtmektedir. Râzî, sonuçta Zeccâc’ın, “Hangisinin kurban edildiğini en iyi Allah bilir” dediğini belirtmekte ve kendisi de, “Evet en iyi Allah bilir” diyerek bu hususta bir tercih yapmaktan kaçınmaktadır (XXVI, 133-155). Şevkânî de tartışmaların geniş bir özetini verdikten sonra her iki tarafın görüşlerinin de tartışmaya açık olduğunu belirtmekle yetinir (IV, 462). Sonuç olarak 100-101. âyetten anlaşıldığına göre Hz. İbrâhim bu duasından sonra ilk oğluna sahip olmuştur. Gerek Tevrat’ın beyanı (Tekvin
16:15-16) gerekse bu sûrenin 112-113. âyetlerinin içeriği, ilk oğulun Hz. İsmâil olduğunu gösteriyor. Kurban edilmesi istenen de ilk oğul olduğuna göre bunun İsmâil olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan konumuz olan âyetlerin asıl amacı, kurban olayının kahramanlarını tanıtmak ve olayın tarihsel gelişimini anlatmak değil, Hz. İbrâhim’in tevhid mücadelesinden alınacak dersleri hatırlatmak, onun çok sevdiği oğlunu bile Allah uğrunda feda etmekten kaçınmayacak kadar ilâhî iradeye teslim oluşundan ders almamızı sağlamak; kezâ oğlunun da yaşının küçüklüğüne rağmen aynı teslimiyet şuuruna sahip olduğunu bir ibret levhası olarak ortaya koymaktır.
103,104. Nihayet her ikisi de (Allah’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrahim!”
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’i de anarız.
“Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.”
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
“Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.”
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
İbrahim’e selâm olsun.
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
İyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
Çünkü o mü’min kullarımızdandı.
Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrâhim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrâil aracılığıyla (Zemahşerî, III, 307) görkemli bir koç göndererek oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, İbrâhim de öyle yapmıştır. Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110. âyetlerde iki defa tekrar edilen, “İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz” ifadesi bu lutuflara işaret etmekte; 108-109. âyetlerde de İbrâhim’in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedîleştirildiği bildirilmektedir. Nitekim bugün de Hz. İbrâhim kitâbî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle “Allahümme salli...” ve “Allahümme bârik...” diye başlayan dualarımızda Peygamber efendimizin yanında Hz. İbrâhim’e de dua ederiz.
Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik.
İshak Hz. İbrâhim’in ikinci oğludur; İsmâil’in annesi Hacer, İshak’ın annesi Sâre’dir. Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. İbrâhim 86 yaşındayken İsmâil, 100 yaşındayken İshak dünyaya gelmiştir (Tekvin,
16:16,
21:5; İshak’ın doğumuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Hûd
11:69-83; Hicr
15:53-56). Kurban edilmesi istenenin İshak olduğunu savunanlara göre buradaki müjde onun doğumuyla değil, peygamber olmasıyla ilgilidir (bk. Taberî, XXIII, 88). İshak’ın, peygamber olması yanında “sâlihlerden biri” olarak da nitelenmesi, şanının yüceliğine delâlet eder (Şevkânî, IV, 464). İbrâhim ve İshak’a “bereketler” verilmesi, ikisinin de dünya durdukça saygı ve övgüyle anılmaları, nesillerinin çoğalarak devam etmesi, İsrâiloğulları’nın bütün peygamberlerinin İshak’ın soyundan gelmesi şeklinde açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 310; Râzî, XXVI, 159).
“İyi” diye çevirdiğimiz 113. âyetteki muhsin kelimesi, doğru bir inanca sahip olmaları yanında işlerini de en güzel şekilde yapanları; “kendine kötülük eden” diye çevirdiğimiz zâlimün li-nefsih deyimi de inkârcı ve isyankâr tutumlarıyla bizzat kendilerinin mânevî varlıklarına zarar verenleri ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 464). Râzî, “Onların soyu içinde iyisi bulunduğu gibi açıkça kendine kötülük edeni de olacaktı” meâlindeki bu kısmı, “Ataların üstünlüğü, evlâtlarının da üstün olmasını gerektirmez; bu sebeple yahudiler bundan kendilerine bir övünç payı çıkarmamalıdırlar” anlamında bir uyarı olarak değerlendirir (XXVI, 159).
Onu da İshak’ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de.
İshak Hz. İbrâhim’in ikinci oğludur; İsmâil’in annesi Hacer, İshak’ın annesi Sâre’dir. Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. İbrâhim 86yaşındayken İsmâil, 100 yaşındayken İshak dünyaya gelmiştir (Tekvin,
16:16,
21:5; İshak’ın doğumuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Hûd
11:69-83; Hicr
15:53-56). Kurban edilmesi istenenin İshak olduğunu savunanlara göre buradaki müjde onun doğumuyla değil, peygamber olmasıyla ilgilidir (bk. Taberî, XXIII, 88). İshak’ın, peygamber olması yanında “sâlihlerden biri” olarak da nitelenmesi, şanının yüceliğine delâlet eder (Şevkânî, IV, 464). İbrâhim ve İshak’a “bereketler” verilmesi, ikisinin de dünya durdukça saygı ve övgüyle anılmaları, nesillerinin çoğalarak devam etmesi, İsrâiloğulları’nın bütün peygamberlerinin İshak’ın soyundan gelmesi şeklinde açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 310; Râzî, XXVI, 159). “İyi” diye çevirdiğimiz 113. âyetteki muhsin kelimesi, doğru bir inanca sahip olmaları yanında işlerini de en güzel şekilde yapanları; “kendine kötülük eden” diye çevirdiğimiz zâlimün li-nefsih deyimi de inkârcı ve isyankâr tutumlarıyla bizzat kendilerinin mânevî varlıklarına zarar verenleri ifade etmektedir (Şevkânî, IV, 464). Râzî, “Onların soyu içinde iyisi bulunduğu gibi açıkça kendine kötülük edeni de olacaktı” meâlindeki bu kısmı, “Ataların üstünlüğü, evlâtlarının da üstün olmasını gerektirmez; bu sebeple yahudiler bundan kendilerine bir övünç payı çıkarmamalıdırlar” anlamında bir uyarı olarak değerlendirir (XXVI, 159).
Andolsun, biz Mûsâ’ya ve Hârûn’a da lütufta bulunduk.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir.
“Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Onları ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Onlara yardım ettik de onlar galip gelenler oldular.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Biz onlara (hükümlerimizi) açıklayan Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Onları doğru yola ilettik.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Sonradan gelenler arasında onlara güzel birer ad bıraktık.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Mûsâ’ya ve Hârûn’a selâm olsun.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Çünkü onlar mü’min kullarımızdan idiler.
Mûsâ ve Hârûn’un peygamberliklerinin, ataları İbrâhim ve İshak’tan kalan bir miras değil, Allah Teâlâ’nın onlara bir lutfu olduğu bildirilmektedir. “Büyük sıkıntı”dan maksat, Şevkânî’nin ifadesiyle (IV, 467) Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’na köle muamelesi uygulaması, bu muameleden dolayı çektikleri maddî ve mânevî sıkıntılardır (bilgi için bk. A‘râf
7:104-105). “Açık seçik anlaşılabilen kitap” ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sina yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allah’ın Mûsâ ve Hârûn ile İsrâil kavmine büyük lutufları hatırlatılmaktadır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:49-93; A‘râf
7:103-156).
Şüphesiz İlyas da peygamberlerden idi.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır.
Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir.
130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162).
Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir.
Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Hani kavmine şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
125,126. “Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakarak “Ba’l’e mi tapıyorsunuz?”[459]
“Ba’l”, o dönemde Şam bölgesinin “Bekk” yöresinde tapılan bir putun adıdır.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
125,126. “Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakarak “Ba’l’e mi tapıyorsunuz?”[459]
“Ba’l”, o dönemde Şam bölgesinin “Bekk” yöresinde tapılan bir putun adıdır.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Onu yalanladılar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Ancak Allah’ın ihlâslı kulları başka.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Sonradan gelenler içerisinde ona güzel bir ad bıraktık.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
İlyas’a selâm olsun.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Çünkü o bizim mü’min kullarımızdandı.
İlyâs aleyhisselâm Ahd-i Atîk’te İlya ismiyle geçen peygamberdir (II. Tarihler,
21:12). Bu ismin, Yunanca ve Latince’deki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapça’ya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Yahudi kaynaklarında İlyâs’ın milâttan önce IX. yüzyılda yaşadığı bildirilir. İsrail Kralı Ahab’ın, Sâmiriye’de Baal adlı sözde tanrı için bir mâbed yaptırmasına İlyâs karşı çıkmış, bâtıl inançlarla mücadele etmiştir. En‘âm sûresinde (
6:85) onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılmaktadır. Yahudi ve hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semaya yükseltildiği kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk’in sonunda (Malaki,
4:5-6) Tanrı’nın “dünyayı lânetle vurmaması için” İlya’nın (İlyâs) tekrar dünyaya gönderileceği bildirilmektedir. Bu sebeple yahudiler ve daha sonra hıristiyanlar, semaya çekilen İlyâs’ın tekrar dünyaya döneceğine inanmışlardır. Hz. Yahyâ’nın beklenen İlyâs olduğuna inananlar da olmuştur. Ahd-i Cedîd bu konuda Hz. Îsâ’dan farklı açıklamalar aktarmaktadır (meselâ bk. Matta, 11/ 14; krş. Luka,
1:17). İlyâs’ın halen hayatta olduğuna dair Kur’an’da ve hadislerde bilgi yoktur. İsrâiliyat türü rivayetlerde bu yönde açıklamalar bulunmakla birlikte âlimlerin çoğu İlyâs’ın öldüğü kanaatindedirler. Ayrıca bazı rivayetlerde onun İdrîs peygamberle aynı kişi olduğu ileri sürülmüşse de (meselâ bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 4; Taberî, XXIII, 91), bunlar farklı zamanlarda yaşamış iki ayrı şahsiyettir. 130. âyette geçen İlyâsîn’le ilgili olarak “Âl-i Yâsîn” şeklindeki kıraat farkını da dikkate alan değişik açıklamalar yapılmıştır. Sonuncu okunuşu tercih eden İbn Âşûr, İlyâs’ın bir adının da Yâsîn olduğunu belirten görüşten hareketle Âli Yâsîn’in, “Yâsîn’in dinini kabul edip ona tâbi olan ve yardım edenler” anlamına geldiğini belirtir (XXIII, 170). Ancak bize göre İlyâsîn şeklindeki kıraatı tercih etmek, bununla da Hz. İlyâs’ın kastedildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Bu durumda İlyâs isminin sonundaki “în” eki, ismin aslından olmayıp âyetlerin sonundaki nazma uygun düşmesi için getirilmiştir (Hasan el-Mustafavî, I, 113 vd.; İlyâs hakkında bk. Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, 160-162). Baal, Başta Ken‘ânîler olmak üzere eski Yakındoğu topluluklarının çoğunda tanrı ismi olarak kullanılan bir kelimedir. Ken‘an ülkesinde bereket verme, yağmur yağdırma, verimli kılma fonksiyonlarına sahip bir tanrı olarak kabul ediliyordu. İsrâiloğulları, Yeşu isimli peygamberin ölümünden sonra Baal’e tapmaya başlamışlardı (Hâkimler,
2:11-13). İlyâs, Baal inancını ortadan kaldırarak gerçek tanrı olan Yahve inancını tekrar hâkim kılmak için mücadele vermiştir. Konumuz olan âyetlerle İlyâs’ın bu mücadelesine değiniliyor. Önceleri soyut bir tanrı olarak tasavvur edilen Baal’in, zamanla boğa şeklinde temsil edilip putlaştırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Suat Yıldırım, “Ba‘l”, DİA, IV, 553-554). Bu âyetlerde Hz. İlyâs’ın Baal inancına karşı çıkmasından söz edilmesinin asıl amacı, geçmişteki bütün peygamberlerin tevhid inancında birleştiklerini, bu inancı yerleştirmek ve devam ettirmek için çalıştıklarını ve bu sayede isimlerinin ebedîleştirildiğini hatırlatmaktır.
Şüphesiz Lût da peygamberlerdendi.
Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in yeğeni olup Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore’de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Halkı, onun uyarılarına rağmen sapkın inanç ve yaşayışlarından vazgeçmeyince büyük bir felâketle yok edilmişlerdir (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83; Hicr
15:58-77).
134,135. Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in yeğeni olup Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore’de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Halkı, onun uyarılarına rağmen sapkın inanç ve yaşayışlarından vazgeçmeyince büyük bir felâketle yok edilmişlerdir (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83; Hicr
15:58-77).
134,135. Hani biz onu ve geride kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın (kâfir olan eşi) dışında bütün ailesini kurtarmıştık.
Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in yeğeni olup Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore’de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Halkı, onun uyarılarına rağmen sapkın inanç ve yaşayışlarından vazgeçmeyince büyük bir felâketle yok edilmişlerdir (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83; Hicr
15:58-77).
Sonra da diğerlerini yok ettik.
Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in yeğeni olup Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore’de (Ammûre) peygamber olarak görevlendirilmiştir. Halkı, onun uyarılarına rağmen sapkın inanç ve yaşayışlarından vazgeçmeyince büyük bir felâketle yok edilmişlerdir (bk. A‘râf
7:80-84; Hûd
11:77-83; Hicr
15:58-77).
137,138. Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
Lût’un ülkesi Araplar’ın kuzeye doğru ticaret yolculuğu
yaptıkları güzergâhta olduğu için bu kavme ait kalıntıları görmeleri ve bunlardan ibret almaları gerektiğine işaret edilmektedir (bk. Hicr
15:78).
“Yaşlı kadın”, Lût’a iman etmeyen eşidir (bk. Tahrîm
66:10).
137,138. Şüphesiz sizler (yolculuklarınız sırasında) sabah akşam onların (harap olmuş) yurtlarına uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
Lût’un ülkesi Araplar’ın kuzeye doğru ticaret yolculuğu yaptıkları güzergâhta olduğu için bu kavme ait kalıntıları görmeleri ve bunlardan ibret almaları gerektiğine işaret edilmektedir (bk. Hicr
15:78). “Yaşlı kadın”, Lût’a iman etmeyen eşidir (bk. Tahrîm
66:10).
Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’an-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın karnında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir.
Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur.
Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır.
Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Gemidekilerle kur’a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu.[460]
Tefsir kaynaklarında rivayet edildiğine göre, Yûnus peygamber kavminin baskılarına dayanamayıp aralarından kaçarak bir gemiye binmişti. Gemideki yolculardan bir kısmının atılması gerekti. Çekilen kur’a sonunda Yûnus da atılanlar arasında yer aldı.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
143,144. Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
143,144. Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Derken biz onu hasta bir hâlde sahile attık.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Biz onu yüz bin, yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Nihayet onlar iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
Yûnus aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde anılmaktadır; Nisâ sûresinde (
4:163) kendilerine vahiy gönderilen peygamberler arasında zikredilmekte; En‘âm sûresinde (
6:86) on yedi peygamberin ismi sıralanırken onun da adı geçmekte; Yûnus sûresinde (
10:98) kavminin inkârdan vazgeçerek helâk edilmekten kurtuldukları bildirilmekte; Enbiyâ sûresinde (
21:87-88) tebliğinin başlangıcında halkının kendisine inanmamasına kızarak ülkesini terkettiği, ancak Allah tarafından sıkıntıya uğratılınca yanlışlığının farkına varıp “karanlıklar içinde” (balığın ağzında) iken, “Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” diyerek Allah’a yakardığı; bunun üzerine duasının kabul edilip sıkıntı ve kederden kurtarıldığı bildirilmekte; Kalem sûresinde (
68:48-50) sabırsızlık gösterip öfkeye kapılması eleştirilmekte, ardından Allah’ın nimeti sayesinde içine düştüğü durumdan kurtulduğu anlatılmaktadır. Konumuz olan âyetlerde ise ülkesinden ayrıldıktan sonra başına gelenler hakkında kısa bilgi yer almaktadır. Kur’an’ın amacı, salt tarihî bilgi vermek değil, olayın ibret verici yönünü öne çıkarmak olduğu için onun hayatı hakkında daha fazla ayrıntı vermeye gerek görülmemiştir. Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Yûnus hakkında genel hatlarıyla Kur’an’da verilenlerle de uyuşan daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır (Yunus, 1-4. bablar). Buna göre milâttan önce VIII. yüzyılda Asur Devleti’nin başşehri Ninevâ’nın halkını Allah yoluna davet etmesi için Rab tarafından görevlendirilen Yûnus, bu emri dinlemeyip ülkesinden kaçmak üzere Yafa’dan Tarşiş’e (Tarsus) gidecek olan bir gemiye biner. Fırtınaya yakalanan geminin batmaması için bütün yükü denize bırakıldığı gibi çekilen kur’a sonucu Yûnus da atılır ve onu Rabbin gönderdiği bir balık yutar. Balığın karnında hatasını anlayıp dua eder; bunun üzerine balık onu karaya kusar. Tekrar Ninevâ’ya gitmekle görevlendirilir. Halkı tövbe edip kendisine inanır ve cezalandırılmaktan kurtulur. Yûnus kıssasından çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ peygamberlerini, başlarına gelen olağan dışı olaylarla eğitmiş, zorlu geçecek bir tevhid mücadelesine hazırlamıştır. Hz. Yûnus’un büyük bir balık, muhtemelen bir balina aracılığıyla boğulmaktan kurtulması mûcizevî bir olaydır. 143. âyetin lafzı, onun, balığın karnına girmeden ağzında tutulmuş olduğu şeklinde anlamaya uygundur. Tefsirlerde verilen bilgiye göre Yûnus kavmini uzun süre (bir rivayete göre otuz üç sene) putperestlikten vazgeçirip tevhid inancını benimsemeye çağırmışsa da bunda başarılı olamayınca artık onların ıslah olmayacağını düşünüp kızgınlıkla ülkesini terketmiş ve bu sabırsızlığı sebebiyle cezalandırılmıştır (bk. Enbiyâ
21:87-88). Taberî, 143. âyete dayanarak Yûnus’un, bu musibet başına gelmezden önce Allah’a karşı kulluk görevlerini titizlikle uygulamış olması sayesinde balık vasıtasıyla kurtarıldığını belirtir (XXIII, 99). Buna göre onun, kötü olarak nitelediği ve pişman olduğu davranışı (Enbiyâ
21:87), bir anlık gaflet ve öfkeden kaynaklanmış, çektikleriyle de bedelini ödemiştir. “...balığın karnında kalırdı” ifadesi, “...olsaydı ...olurdu” şeklinde bir varsayıma dayanıyor; yani o, iyi bir kul olmasaydı balık kendisini yutacak, orada ölecek ve tekrar dirilmesi kıyamete kalacaktı.
Ey Muhammed! Onlara sor: Kız çocukları Rabbinin de, erkek çocukları onların mı?
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınız mı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184).
Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar şahid mi bulunuyorlarmış?
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
151,152. İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, “Allah çocuk sahibi oldu” diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
151,152. İyi bilin ki onlar kendi uydurmaları olarak, “Allah çocuk sahibi oldu” diyorlar. Onlar elbette yalan söylüyorlar.
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Yoksa Allah kızları erkeklere tercih mi etti?
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz!
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Hiç düşünmüyor musunuz?
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Yoksa sizin apaçık bir deliliniz mi var?
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz getirin (bu delili içeren) kitabınızı!
Sûrenin başında Allah’ın birliği ve evrenin tek yaratıcı ve yöneticisi olduğu belirtildikten sonra putperestlerin buna aykırı inançları ve özellikle âhireti ve Allah’ın huzurunda hesap vermeyi inkâr etmeleri eleştirilmiş; bu tutumları yüzünden mâruz kalacakları acı âkıbet hatırlatılmış; ayrıca peygamberlerine inanmamakta direnen bazı geçmiş toplulukların bu inançsızlıklarının bedelini nasıl ödediklerine dair uyarıcı bilgiler verilmişti. Sûrenin sonuç kısmı diyebileceğimiz bu bölümde ise tekrar putperest muhatapların tutumlarına dönülmekte; onların bir başka bâtıl inançlarına, yani Allah’a çocuk isnat etmelerine, melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerine, dolaylı olarak evlâtlar arasında ayırımcılığa giderek kızları küçümsemelerine eleştiriler yöneltilmektedir. Nitekim Huzâa ve Kinâne gibi bazı önde gelen putperest Arap kabileleri Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (Taberî, XXIII, 105-106; Şevkânî, IV, 474). Bu inancın temelinde kız çocuklarını erkek çocuklardan daha aşağı gören bir zihniyet de vardı. Burada, –aslında saçma olmakla birlikte kendi telakkilerine göre– putperestlerin, daha değerli olanı kendilerine nisbet ederken değersiz gördüklerini Allah’a nisbet etmeleri, Allah’a karşı saygısızlıklarının bir kanıtı olarak gösterilmektedir (Taberî, XXIII, 107; Zemahşerî, III, 312). Ayrıca 149-150. âyetlerdeki soru ifadeleriyle ve devamındaki, “Ne oluyor size? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” şeklindeki vurgulu cümlelerle bu inancın saçmalığı ortaya konmakta, bunu kabul edenler beyinsizlik ve cahillikle suçlanıp kınanmaktadır (Taberî, XXIII, 106; Zemahşerî, III, 312, 313). Böylece, Allah’a evlât isnat etmenin kesinlikle aklî ve mantıkî temele dayanmadığı açıkça ortaya konduğu gibi, “Yoksa açık bir kanıtınızmı var? Eğer gerçekten doğru sözlü iseniz belgenizi getirin” meâlindeki 156-157. âyetlerle bu inancın naklî (sem‘î) delilinin yani dinî ve kitabî bir temelinin de bulunmadığı belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 312; Şevkânî, IV, 473; İbn Âşûr, XXIII, 184). Zemahşerî (III, 312) putperestlerin, Allah’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: a) Tecsîme sapmışlardır (Allah’ı cismanî bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek cismanî varlıklara özel bir durumdur; b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl telakkilerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allah’a nisbet etmişlerdir; c) Yine aynı bâtıl telakkileriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla melekleri aşağılamışlardır (ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIII, 180).
Allah ile cinler arasında da nesep bağı kurdular. Oysa cinler de kendilerinin Allah’ın huzuruna getirileceklerini bilirler.
Müfessirlerin çoğu, “görülmez varlıklar” diye çevirdiğimiz 158. âyetteki cinne kelimesiyle meleklerin kastedildiğini, gözle görülemez oldukları için meleklerin böyle anıldığını belirtirler; bu kelimenin bütün gayri cismanî yaratılmışları kapsadığı da söylenmektedir (İbn Atıyye, IV, 488; Şevkânî, IV, 474). 158. âyet, Câhiliye döneminde bazı Arap topluluklarının Allah, cin, melek gibi metafizik varlıklar arasında akrabalık bağının bulunduğu yönünde bir inanca sahip olduklarını gösterir (bu yöndeki inançlara dair bazı örnekler için bk. Taberî, XXIII, 107-108). 159. âyette Allah Teâlâ bu tür saçma yakıştırmalardan tenzih edilmektedir. Aslında Mekke putperestlerinin Allah ile görülmez varlıklar arasında akrabalık ilişkisi kurmaları ve Allah’a evlât isnat etmeleri, ulûhiyyetle ilgili bâtıl inançların bir örneği olup –159. âyetin de işaret ettiği gibi– bu bağlamda, hangi dönemde ve kimler tarafından ileri sürülürse sürülsün, (Mecûsîlik’teki düalist tanrı inancı, Hıristiyanlık’taki teslîs inancı gibi) Allah’ın birliğine ve şanının yüceliğine yakışmayan her türlü inanç ve isnat dolaylı olarak reddedilmektedir. Nitekim Râzî, 158. âyetle ilgili farklı yorumları sıralarken şöyle bir görüşten de söz eder: “Zenâdikadan bir topluluk, Allah ile İblis’in kardeş olduğunu, Allah’ın iyilik ve cömertliği, İblis’in kötülük ve cimriliği temsil ettiğini söyler. 158. âyetin ‘Onlar Allah ile görülmez varlık türleri arasında da bir soy birliği yakıştırdılar’ meâlindeki kısmıyla bu anlayış kastedilmiştir. Bana göre âyet hakkındaki yorumların doğruya en yakın olanı budur. Söz konusu sapkın anlayış, Yezdan ve Ehrimen diye iki tanrı kabul eden Mecûsîler’in anlayışıdır” (XXVI, 168).
Allah, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
Müfessirlerin çoğu, “görülmez varlıklar” diye çevirdiğimiz158. âyetteki cinne kelimesiyle meleklerin kastedildiğini, gözle görülemez oldukları için meleklerin böyle anıldığını belirtirler; bu kelimenin bütün gayri cismanî yaratılmışları kapsadığı da söylenmektedir (İbnAtıyye, IV, 488; Şevkânî, IV, 474). 158. âyet, Câhiliye döneminde bazı Arap topluluklarının Allah, cin, melek gibi metafizik varlıklar arasında akrabalık bağının bulunduğu yönünde bir inanca sahip olduklarını gösterir (bu yöndeki inançlara dair bazı örnekler için bk. Taberî, XXIII, 107-108). 159. âyette Allah Teâlâ bu tür saçma yakıştırmalardan tenzih edilmektedir. Aslında Mekke putperestlerinin Allah ile görülmez varlıklar arasında akrabalık ilişkisi kurmaları ve Allah’a evlât isnat etmeleri, ulûhiyyetle ilgili bâtıl inançların bir örneği olup –159. âyetin de işaret ettiği gibi– bu bağlamda, hangi dönemde ve kimler tarafından ileri sürülürse sürülsün, (Mecûsîlik’teki düalist tanrı inancı, Hıristiyanlık’taki teslîs inancı gibi) Allah’ın birliğine ve şanının yüceliğine yakışmayan her türlü inanç ve isnat dolaylı olarak reddedilmektedir. Nitekim Râzî, 158. âyetle ilgili farklı yorumları sıralarken şöyle bir görüşten de söz eder: “Zenâdikadan bir topluluk, Allah ile İblis’in kardeş olduğunu, Allah’ın iyilik ve cömertliği, İblis’in kötülük ve cimriliği temsil ettiğini söyler. 158. âyetin ‘Onlar Allah ile görülmez varlık türleri arasında da bir soy birliği yakıştırdılar’ meâlindeki kısmıyla bu anlayış kastedilmiştir. Bana göre âyet hakkındaki yorumların doğruya en yakın olanı budur. Söz konusu sapkın anlayış, Yezdan ve Ehrimen diye iki tanrı kabul eden Mecûsîler’in anlayışıdır” (XXVI, 168).
Ancak Allah’ın ihlâslı kulları bunlar gibi değildir.
Allah’ın ihlâslı, samimi kullarının önceki âyetlerde ele alınan saçma inançlardan uzak durduklarına işaret edildikten sonra bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, gerçek müminler olan bu kullar üzerinde etkili olamayacağı, onların ayağını kaydıramayacağı; bu saptırma çabalarının ancak “cehennemi boylayacaklar” üzerinde etkili olacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde bir yandan inkârcıların inananlar üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenirken bir yandan da inananlara moral ve metanet verilmekte, aynı zamanda saptırıcılara karşı uyanık ve dirençli olmaları gerektiği ima edilmektedir.
Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile âlimleri, bu âyetlere dayanarak kader ve irade hürriyeti konusunda yoğun bir tartışmaya girişmişler; özellikle bir kısım Ehl-i sünnet âlimleri, “Hiçbiriniz onu, Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız; ancak cehennemi boylayacak olan başka” meâlindeki 162-163. âyetleri, kimlerin cehenneme gideceğinin “önceden” takdir ve tayin edilmiş olduğu şeklinde yorumlayarak bu âyetleri kendi kaderci görüşleri için kesin delil saymışlardır (bilgi için bk. Râzî, XXVI, 169-171). Ancak kader meselesiyle ilgili olarak sadece belli âyetlere dayanmak suretiyle sonuç elde etmeye çalışmak son derece yanıltıcıdır. Zira Kur’an-ı Kerîm’in bütünü dikkate alındığında hem küllî planda ilâhî irade, ilim ve kudretin mutlak kuşatıcılığını hem insanın belli davranışlarını seçip yapmada bir ölçüde özgür bırakıldığını, bunun da yine Allah’ın küllî yasası içinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kurân-ı Kerîm’in Allah inancını ortaya koyan âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudret karşısındaki küçüklüğünü, aczini ve sınırlılığını hissettirir. Böylece insan, bu üstün kudretin korumasına, inâyetine ve hidayetine muhtaç olduğunun bilincine varır. Öte yandan bir inanç, ahlâk ve aksiyon varlığı olarak insandan söz eden âyetlere baktığımızda kendi aklî ve ahlâkî kapasitemizin farkına varır; bu âyetlerin bizi, Allah’a, hemcinslerimize, canlı ve cansız tabiata karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda karar verme ve seçim yapma imkânına sahip, hür ve yükümlü varlık olarak değerlendirdiğini görürüz. Başka âyetler gibi konumuz olan âyetleri de Kur’an’ın bu bütüncül bakışını dikkate alarak kavramaya çalıştığımızda daha sağlıklı sonuçlar çıkarmamız ve onlardan kendimiz için daha isabetli dersler almamız mümkün olur.
162. âyette geçen “onu” zamirini Allah’a ait kılarak, “Samimi kulları ile Allah’ın arasını bozamazsınız” şeklinde çevirmek de mümkündür.
161,162,163. (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Allah’ın ihlâslı, samimi kullarının önceki âyetlerde ele alınan saçma inançlardan uzak durduklarına işaret edildikten sonra bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, gerçek müminler olan bu kullar üzerinde etkili olamayacağı, onların ayağını kaydıramayacağı; bu saptırma çabalarının ancak “cehennemi boylayacaklar” üzerinde etkili olacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde bir yandan inkârcıların inananlar üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenirken bir yandan da inananlara moral ve metanet verilmekte, aynı zamanda saptırıcılara karşı uyanık ve dirençli olmaları gerektiği ima edilmektedir. Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile âlimleri, bu âyetlere dayanarak kader ve irade hürriyeti konusunda yoğun bir tartışmaya girişmişler; özellikle bir kısım Ehl-i sünnet âlimleri, “Hiçbiriniz onu, Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız; ancak cehennemi boylayacak olan başka” meâlindeki 162-163. âyetleri, kimlerin cehenneme gideceğinin “önceden” takdir ve tayin edilmiş olduğu şeklinde yorumlayarak bu âyetleri kendi kaderci görüşleri için kesin delil saymışlardır (bilgi için bk. Râzî, XXVI, 169-171). Ancak kader meselesiyle ilgili olarak sadece belli âyetlere dayanmak suretiyle sonuç elde etmeye çalışmak son derece yanıltıcıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü dikkate alındığında hem küllî planda ilâhî irade, ilim ve kudretin mutlak kuşatıcılığını hem insanın belli davranışlarını seçip yapmada bir ölçüde özgür bırakıldığını, bunun da yine Allah’ın küllî yasası içinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kurân-ı Kerîm’in Allah inancını ortaya koyan âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudret karşısındaki küçüklüğünü, aczini ve sınırlılığını hissettirir. Böylece insan, bu üstün kudretin korumasına, inâyetine ve hidayetine muhtaç olduğunun bilincine varır. Öte yandan bir inanç, ahlâk ve aksiyon varlığı olarak insandan söz eden âyetlere baktığımızda kendi aklî ve ahlâkî kapasitemizin farkına varır; bu âyetlerin bizi, Allah’a, hemcinslerimize, canlı ve cansız tabiata karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda karar verme ve seçim yapma imkânına sahip, hür ve yükümlü varlık olarak değerlendirdiğini görürüz. Başka âyetler gibi konumuz olan âyetleri de Kur’an’ın bu bütüncül bakışını dikkate alarak kavramaya çalıştığımızda daha sağlıklı sonuçlar çıkarmamız ve onlardan kendimiz için daha isabetli dersler almamız mümkün olur. 162. âyette geçen “onu” zamirini Allah’a ait kılarak, “Samimi kulları ile Allah’ın arasını bozamazsınız” şeklinde çevirmek de mümkündür.
161,162,163. (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Allah’ın ihlâslı, samimi kullarının önceki âyetlerde ele alınan saçma inançlardan uzak durduklarına işaret edildikten sonra bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, gerçek müminler olan bu kullar üzerinde etkili olamayacağı, onların ayağını kaydıramayacağı; bu saptırma çabalarının ancak “cehennemi boylayacaklar” üzerinde etkili olacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde bir yandan inkârcıların inananlar üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenirken bir yandan da inananlara moral ve metanet verilmekte, aynı zamanda saptırıcılara karşı uyanık ve dirençli olmaları gerektiği ima edilmektedir. Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile âlimleri, bu âyetlere dayanarak kader ve irade hürriyeti konusunda yoğun bir tartışmaya girişmişler; özellikle bir kısım Ehl-i sünnet âlimleri, “Hiçbiriniz onu, Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız; ancak cehennemi boylayacak olan başka” meâlindeki 162-163. âyetleri, kimlerin cehenneme gideceğinin “önceden” takdir ve tayin edilmiş olduğu şeklinde yorumlayarak bu âyetleri kendi kaderci görüşleri için kesin delil saymışlardır (bilgi için bk. Râzî, XXVI, 169-171). Ancak kader meselesiyle ilgili olarak sadece belli âyetlere dayanmak suretiyle sonuç elde etmeye çalışmak son derece yanıltıcıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü dikkate alındığında hem küllî planda ilâhî irade, ilim ve kudretin mutlak kuşatıcılığını hem insanın belli davranışlarını seçip yapmada bir ölçüde özgür bırakıldığını, bunun da yine Allah’ın küllî yasası içinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kurân-ı Kerîm’in Allah inancını ortaya koyan âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudret karşısındaki küçüklüğünü, aczini ve sınırlılığını hissettirir. Böylece insan, bu üstün kudretin korumasına, inâyetine ve hidayetine muhtaç olduğunun bilincine varır. Öte yandan bir inanç, ahlâk ve aksiyon varlığı olarak insandan söz eden âyetlere baktığımızda kendi aklî ve ahlâkî kapasitemizin farkına varır; bu âyetlerin bizi, Allah’a, hemcinslerimize, canlı ve cansız tabiata karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda karar verme ve seçim yapma imkânına sahip, hür ve yükümlü varlık olarak değerlendirdiğini görürüz. Başka âyetler gibi konumuz olan âyetleri de Kur’an’ın bu bütüncül bakışını dikkate alarak kavramaya çalıştığımızda daha sağlıklı sonuçlar çıkarmamız ve onlardan kendimiz için daha isabetli dersler almamız mümkün olur. 162. âyette geçen “onu” zamirini Allah’a ait kılarak, “Samimi kulları ile Allah’ın arasını bozamazsınız” şeklinde çevirmek de mümkündür.
161,162,163. (Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız, cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah’ın yolundan saptırabilirsiniz.
Allah’ın ihlâslı, samimi kullarının önceki âyetlerde ele alınan saçma inançlardan uzak durduklarına işaret edildikten sonra bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, gerçek müminler olan bu kullar üzerinde etkili olamayacağı, onların ayağını kaydıramayacağı; bu saptırma çabalarının ancak “cehennemi boylayacaklar” üzerinde etkili olacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde bir yandan inkârcıların inananlar üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenirken bir yandan da inananlara moral ve metanet verilmekte, aynı zamanda saptırıcılara karşı uyanık ve dirençli olmaları gerektiği ima edilmektedir. Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile âlimleri, bu âyetlere dayanarak kader ve irade hürriyeti konusunda yoğun bir tartışmaya girişmişler; özellikle bir kısım Ehl-i sünnet âlimleri, “Hiçbiriniz onu, Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız; ancak cehennemi boylayacak olan başka” meâlindeki 162-163. âyetleri, kimlerin cehenneme gideceğinin “önceden” takdir ve tayin edilmiş olduğu şeklinde yorumlayarak bu âyetleri kendi kaderci görüşleri için kesin delil saymışlardır (bilgi için bk. Râzî, XXVI, 169-171). Ancak kader meselesiyle ilgili olarak sadece belli âyetlere dayanmak suretiyle sonuç elde etmeye çalışmak son derece yanıltıcıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in bütünü dikkate alındığında hem küllî planda ilâhî irade, ilim ve kudretin mutlak kuşatıcılığını hem insanın belli davranışlarını seçip yapmada bir ölçüde özgür bırakıldığını, bunun da yine Allah’ın küllî yasası içinde değerlendirilmesi gerektiğini görürüz. Kurân-ı Kerîm’in Allah inancını ortaya koyan âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudret karşısındaki küçüklüğünü, aczini ve sınırlılığını hissettirir. Böylece insan, bu üstün kudretin korumasına, inâyetine ve hidayetine muhtaç olduğunun bilincine varır. Öte yandan bir inanç, ahlâk ve aksiyon varlığı olarak insandan söz eden âyetlere baktığımızda kendi aklî ve ahlâkî kapasitemizin farkına varır; bu âyetlerin bizi, Allah’a, hemcinslerimize, canlı ve cansız tabiata karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda karar verme ve seçim yapma imkânına sahip, hür ve yükümlü varlık olarak değerlendirdiğini görürüz. Başka âyetler gibi konumuz olan âyetleri de Kur’an’ın bu bütüncül bakışını dikkate alarak kavramaya çalıştığımızda daha sağlıklı sonuçlar çıkarmamız ve onlardan kendimiz için daha isabetli dersler almamız mümkün olur. 162. âyette geçen “onu” zamirini Allah’a ait kılarak, “Samimi kulları ile Allah’ın arasını bozamazsınız” şeklinde çevirmek de mümkündür.
(Melekler derler ki:) “Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır.”
Sûrenin başında Allah’ın huzurunda O’na ibadet etmek ve buyruklarını almak üzere sıra sıra dizilen meleklerden söz edilmişti. Burada aynı şey meleklerin ağzından ifade edilmektedir. Amaç putperestlerin, önceki âyetlerde söz konusu edilen melek telakkisinin yanlışlığını, meleklerle Allah arasında bir nesep ilişkisi değil rab-kul ilişkisi bulunduğunu ortaya koymaktır. 166. âyet, Allah nezdinde meleklerin farklı derecelerde ve değişik görevlerle yükümlü olduklarını ifade etmektedir (Râzî, XXVI, 171). “Ve biz, kuşkusuz Allah’ı tesbih ederiz” cümlesi bu bağlamda özellikle şu anlama gelir: Putperestlerin melekleri Allah’ın kızları sayması, Allah ile görülmez varlıklar arasında bir akrabalık bağı kurmaları gibi insanlar tarafından ileri sürülen ve asla yüce Allah’ın şanına yakışmayan her türlü isnatlardan, yakıştırmalardan Allah’ı tenzih eder; O’nu zatına lâyık olduğu şekilde anarız (bk. Şevkânî, IV, 475; İbn Âşûr, XXIII, 192).
Meleklerin saf saf dizilişinden söz eden 165. âyette müslümanların namazlarında saf tutmalarının melekleri andırdığına da bir ima vardır. Nitekim Hz. Peygamber, müslümanların başka ümmetlerden üstün olduklarını gösteren özelliklerden birini şöyle ifade etmiştir: “Saflarımız meleklerin safları gibidir” (Müslim, “Mesâcid”, 4). Hz. Ömer’in de cemaatle namaza dururken, “Ey insanlar! Saflarınızı düzeltin; Allah, sizin meleklere benzemenizi istiyor” dedikten sonra bu âyeti okuduğu, safların iyice düzeltildiğini görünce namaza başladığı rivayet edilir (Taberî, XXIII, 112).
“Şüphesiz biz (orada) saf duranlarız.”
Sûrenin başında Allah’ın huzurunda O’na ibadet etmek ve buyruklarını almak üzere sıra sıra dizilen meleklerden söz edilmişti. Burada aynı şey meleklerin ağzından ifade edilmektedir. Amaç putperestlerin, önceki âyetlerde söz konusu edilen melek telakkisinin yanlışlığını, meleklerle Allah arasında bir nesep ilişkisi değil rab-kul ilişkisi bulunduğunu ortaya koymaktır. 166. âyet, Allah nezdinde meleklerin farklı derecelerde ve değişik görevlerle yükümlü olduklarını ifade etmektedir (Râzî, XXVI, 171). “Ve biz, kuşkusuz Allah’ı tesbih ederiz” cümlesi bu bağlamda özellikle şu anlama gelir: Putperestlerin melekleri Allah’ın kızları sayması, Allah ile görülmez varlıklar arasında bir akrabalık bağı kurmaları gibi insanlar tarafından ileri sürülen ve asla yüce Allah’ın şanına yakışmayan her türlü isnatlardan, yakıştırmalardan Allah’ı tenzih eder; O’nu zatına lâyık olduğu şekilde anarız (bk. Şevkânî, IV, 475; İbn Âşûr, XXIII, 192). Meleklerin saf saf dizilişinden söz eden 165. âyette müslümanların namazlarında saf tutmalarının melekleri andırdığına da bir ima vardır. Nitekim Hz. Peygamber, müslümanların başka ümmetlerden üstün olduklarını gösteren özelliklerden birini şöyle ifade etmiştir: “Saflarımız meleklerin safları gibidir” (Müslim, “Mesâcid”, 4). Hz. Ömer’in de cemaatle namaza dururken, “Ey insanlar! Saflarınızı düzeltin; Allah, sizin meleklere benzemenizi istiyor” dedikten sonra bu âyeti okuduğu, safların iyice düzeltildiğini görünce namaza başladığı rivayet edilir (Taberî, XXIII, 112).
“Şüphesiz biz (Allah’ı) tespih edip yüceltenleriz.”
Sûrenin başında Allah’ın huzurunda O’na ibadet etmek ve buyruklarını almak üzere sıra sıra dizilen meleklerden söz edilmişti. Burada aynı şey meleklerin ağzından ifade edilmektedir. Amaç putperestlerin, önceki âyetlerde söz konusu edilen melek telakkisinin yanlışlığını, meleklerle Allah arasında bir nesep ilişkisi değil rab-kul ilişkisi bulunduğunu ortaya koymaktır. 166. âyet, Allah nezdinde meleklerin farklı derecelerde ve değişik görevlerle yükümlü olduklarını ifade etmektedir (Râzî, XXVI, 171). “Ve biz, kuşkusuz Allah’ı tesbih ederiz” cümlesi bu bağlamda özellikle şu anlama gelir: Putperestlerin melekleri Allah’ın kızları sayması, Allah ile görülmez varlıklar arasında bir akrabalık bağı kurmaları gibi insanlar tarafından ileri sürülen ve asla yüce Allah’ın şanına yakışmayan her türlü isnatlardan, yakıştırmalardan Allah’ı tenzih eder; O’nu zatına lâyık olduğu şekilde anarız (bk. Şevkânî, IV, 475; İbn Âşûr, XXIII, 192). Meleklerin saf saf dizilişinden söz eden 165. âyette müslümanların namazlarında saf tutmalarının melekleri andırdığına da bir ima vardır. Nitekim Hz. Peygamber, müslümanların başka ümmetlerden üstün olduklarını gösteren özelliklerden birini şöyle ifade etmiştir: “Saflarımız meleklerin safları gibidir” (Müslim, “Mesâcid”, 4). Hz. Ömer’in de cemaatle namaza dururken, “Ey insanlar! Saflarınızı düzeltin; Allah, sizin meleklere benzemenizi istiyor” dedikten sonra bu âyeti okuduğu, safların iyice düzeltildiğini görünce namaza başladığı rivayet edilir (Taberî, XXIII, 112).
167,168,169. Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
“Kitap” diye çevirdiğimiz 168. âyetteki zikirden maksat, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı, aydınlatıcı, yol gösterici metinlerdir. Öyle anlaşılıyor ki meleklerle ilgili telakkilerine yöneltilen eleştirilerde olduğu gibi Kur’an’ın yaptığı açıklamalarla inanç ve anlayışlarının ne kadar sakat olduğunun farkına varan, eleştiriler karşısında haklı ve geçerli cevaplar bulamayan putperestler, kendilerinin Tevrat, İncil gibi eskilere gelmiş olanlara benzer bir kitaba sahip olmamalarını mazeret olarak göstermişlerdir. Ancak bu iddialarıyla iyice çelişkiye düşüyorlardı. Zira kendilerine böyle bir kitabın âyetleri peş peşe geliyor, Hz. Peygamber bu âyetleri her gün onlara duyuruyor, bu âyetlerde “Allah’ın hâlis kulları” olmaları için gerekli bütün bilgiler, uyarılar yer alıyor ama onlar bu âyetleri inkâr ettikleri gibi peygamberi susturmak için mümkün olan her çareye başvuruyor, Kur’an’ın sesini boğmak için türlü tuzaklar kuruyorlardı (bk. Fussılet
41:26).
167,168,169. Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
“Kitap” diye çevirdiğimiz 168. âyetteki zikirden maksat, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı, aydınlatıcı, yol gösterici metinlerdir. Öyle anlaşılıyor ki meleklerle ilgili telakkilerine yöneltilen eleştirilerde olduğu gibi Kur’an’ın yaptığı açıklamalarla inanç ve anlayışlarının ne kadar sakat olduğunun farkına varan, eleştiriler karşısında haklı ve geçerli cevaplar bulamayan putperestler, kendilerinin Tevrat, İncil gibi eskilere gelmiş olanlara benzer bir kitaba sahip olmamalarını mazeret olarak göstermişlerdir. Ancak bu iddialarıyla iyice çelişkiye düşüyorlardı. Zira kendilerine böyle bir kitabın âyetleri peş peşe geliyor, Hz. Peygamber bu âyetleri her gün onlara duyuruyor, bu âyetlerde “Allah’ın hâlis kulları” olmaları için gerekli bütün bilgiler, uyarılar yer alıyor ama onlar bu âyetleri inkâr ettikleri gibi peygamberi susturmak için mümkün olan her çareye başvuruyor, Kur’an’ın sesini boğmak için türlü tuzaklar kuruyorlardı (bk. Fussılet
41:26).
167,168,169. Müşrikler) şunu da söylüyorlardı: “Eğer yanımızda öncekilere verilen kitaplardan bir kitap olsaydı, elbette biz ihlâslı kullar olurduk.”
“Kitap” diye çevirdiğimiz 168. âyetteki zikirden maksat, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı, aydınlatıcı, yol gösterici metinlerdir. Öyle anlaşılıyor ki meleklerle ilgili telakkilerine yöneltilen eleştirilerde olduğu gibi Kur’an’ın yaptığı açıklamalarla inanç ve anlayışlarının ne kadar sakat olduğunun farkına varan, eleştiriler karşısında haklı ve geçerli cevaplar bulamayan putperestler, kendilerinin Tevrat, İncil gibi eskilere gelmiş olanlara benzer bir kitaba sahip olmamalarını mazeret olarak göstermişlerdir. Ancak bu iddialarıyla iyice çelişkiye düşüyorlardı. Zira kendilerine böyle bir kitabın âyetleri peş peşe geliyor, Hz. Peygamber bu âyetleri her gün onlara duyuruyor, bu âyetlerde “Allah’ın hâlis kulları” olmaları için gerekli bütün bilgiler, uyarılar yer alıyor ama onlar bu âyetleri inkâr ettikleri gibi peygamberi susturmak için mümkün olan her çareye başvuruyor, Kur’an’ın sesini boğmak için türlü tuzaklar kuruyorlardı (bk. Fussılet
41:26).
Fakat (kitap gelince) onu inkâr ettiler. Yakında (sonlarının ne olacağını) bilecekler.
“Kitap” diye çevirdiğimiz 168. âyetteki zikirden maksat, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı, aydınlatıcı, yol gösterici metinlerdir. Öyle anlaşılıyor ki meleklerle ilgili telakkilerine yöneltilen eleştirilerde olduğu gibi Kur’an’ın yaptığı açıklamalarla inanç ve anlayışlarının ne kadar sakat olduğunun farkına varan, eleştiriler karşısında haklı ve geçerli cevaplar bulamayan putperestler, kendilerinin Tevrat, İncil gibi eskilere gelmiş olanlara benzer bir kitaba sahip olmamalarını mazeret olarak göstermişlerdir. Ancak bu iddialarıyla iyice çelişkiye düşüyorlardı. Zira kendilerine böyle bir kitabın âyetleri peş peşe geliyor, Hz. Peygamber bu âyetleri her gün onlara duyuruyor, bu âyetlerde “Allah’ın hâlis kulları” olmaları için gerekli bütün bilgiler, uyarılar yer alıyor ama onlar bu âyetleri inkâr ettikleri gibi peygamberi susturmak için mümkün olan her çareye başvuruyor, Kur’an’ın sesini boğmak için türlü tuzaklar kuruyorlardı (bk. Fussılet
41:26).
Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti:
Kur’an, hakkın bâtılı yendiğini, bâtılın yenilgiye mahkûm olduğunu bildirir (İsrâ
17:81). Peygamberler inanç ve yaşayışta hakkın temsilcileri, hak yolunun davetçileridir. Şu halde zafer peygamberlerin ve onların temsil ettiği tevhid inancına, üstün ahlâka dayalı dinin olacak; “Allah’ın ordusu” yani peygamberler ve onların yolunu izleyenler, bâtıl ve dalâletin temsilcileri olan inkârcılara, putperestlere, hak ve adalet yolundan sapmışlara karşı galip geleceklerdir. Hayatın ârızî şartları veya inananların kendi kusurları yüzünden yahut Allah’ın bir imtihanı olarak zaman zaman aksi görülse de Allah’ın vaadi, dolayısıyla genel yasası budur. Allah, geçmişteki peygamberlere bunu müjdelemiştir ve bu müjde her dönem için geçerlidir; çünkü Râzî’nin deyimiyle, “Hayır dâimî, şer ârizîdir ve dâimî olan ârizî olandan daha güçlüdür” (XXVI, 172). Böylece bu âyetlerde Kur’an’ın birçok defa tekrarladığı ifadeyle, “inanıp iyi ve erdemli işler yapanlar”a inanç, güven, kararlılık ve iyimserlik telkin edilmektedir.
“Onlara mutlaka yardım edilecektir.”
Kur’an, hakkın bâtılı yendiğini, bâtılın yenilgiye mahkûm olduğunu bildirir (İsrâ
17:81). Peygamberler inanç ve yaşayışta hakkın temsilcileri, hak yolunun davetçileridir. Şu halde zafer peygamberlerin ve onların temsil ettiği tevhid inancına, üstün ahlâka dayalı dinin olacak; “Allah’ın ordusu” yani peygamberler ve onların yolunu izleyenler, bâtıl ve dalâletin temsilcileri olan inkârcılara, putperestlere, hak ve adalet yolundan sapmışlara karşı galip geleceklerdir. Hayatın ârızî şartları veya inananların kendi kusurları yüzünden yahut Allah’ın bir imtihanı olarak zaman zaman aksi görülse de Allah’ın vaadi, dolayısıyla genel yasası budur. Allah, geçmişteki peygamberlere bunu müjdelemiştir ve bu müjde her dönem için geçerlidir; çünkü Râzî’nin deyimiyle, “Hayır dâimî, şer ârizîdir ve dâimî olan ârizî olandan daha güçlüdür” (XXVI, 172). Böylece bu âyetlerde Kur’an’ın birçok defa tekrarladığı ifadeyle, “inanıp iyi ve erdemli işler yapanlar”a inanç, güven, kararlılık ve iyimserlik telkin edilmektedir.
“Şüphesiz ordularımız galip gelecektir.”
Kur’an, hakkın bâtılı yendiğini, bâtılın yenilgiye mahkûm olduğunu bildirir (İsrâ
17:81). Peygamberler inanç ve yaşayışta hakkın temsilcileri, hak yolunun davetçileridir. Şu halde zafer peygamberlerin ve onların temsil ettiği tevhid inancına, üstün ahlâka dayalı dinin olacak; “Allah’ın ordusu” yani peygamberler ve onların yolunu izleyenler, bâtıl ve dalâletin temsilcileri olan inkârcılara, putperestlere, hak ve adalet yolundan sapmışlara karşı galip geleceklerdir. Hayatın ârızî şartları veya inananların kendi kusurları yüzünden yahut Allah’ın bir imtihanı olarak zaman zaman aksi görülse de Allah’ın vaadi, dolayısıyla genel yasası budur. Allah, geçmişteki peygamberlere bunu müjdelemiştir ve bu müjde her dönem için geçerlidir; çünkü Râzî’nin deyimiyle, “Hayır dâimî, şer ârizîdir ve dâimî olan ârizî olandan daha güçlüdür” (XXVI, 172). Böylece bu âyetlerde Kur’an’ın birçok defa tekrarladığı ifadeyle, “inanıp iyi ve erdemli işler yapanlar”a inanç, güven, kararlılık ve iyimserlik telkin edilmektedir.
O hâlde, bir süreye kadar onlardan yüz çevir
Resûlullah’tan, inkârcıların inatçı, kaba davranışlarına, davetini şuursuzca reddetmelerine karşı sabırlı olması, bir süreye kadar onları kendi halleriyle baş başa bırakması istenmektedir. Bu “bir süre” hakkında “onlar ölünceye kadar, Bedir zaferine kadar, kıyamete kadar” gibi farklı açıklamalar yapılmışsa da (Taberî, XXIII, 115; İbn Atıyye, IV, 490) bunu belli bir zaman olarak görmeyip burada putperestlerin sapkınlık ve azgınlığının ilânihaye sürüp gitmeyeceğine, –önceki âyetlerde de belirtildiği üzere– sonlarının yakın olduğuna, günün birinde mutlaka putperestliğin sonunun geleceğine bir ima yapıldığı şeklinde düşünmek daha isabetli olur. “Hallerini gör onların; ileride kendileri de görecekler!” meâlindeki 175. âyet de inkârcılara yönelik olarak ileride başlarına yenilgi, ölüm, esirlik gibi nice hallerin geleceği şeklinde bir uyarı ve tehdit anlamı taşımakta; o zaman müminlerin sevineceğine, münkirlerin üzüleceğine işaret edilmektedir (Râzî, aynı yer; İbn Âşûr, XXIII, 196).
Gözetle onları, yakında onlar da görecekler.
Resûlullah’tan, inkârcıların inatçı, kaba davranışlarına, davetini şuursuzca reddetmelerine karşı sabırlı olması, bir süreye kadar onları kendi halleriyle baş başa bırakması istenmektedir. Bu “bir süre” hakkında “onlar ölünceye kadar, Bedir zaferine kadar, kıyamete kadar” gibi farklı açıklamalar yapılmışsa da (Taberî, XXIII, 115; İbn Atıyye, IV, 490) bunu belli bir zaman olarak görmeyip burada putperestlerin sapkınlık ve azgınlığının ilânihaye sürüp gitmeyeceğine, –önceki âyetlerde de belirtildiği üzere– sonlarının yakın olduğuna, günün birinde mutlaka putperestliğin sonunun geleceğine bir ima yapıldığı şeklinde düşünmek daha isabetli olur. “Hallerini gör onların; ileride kendileri de görecekler!” meâlindeki 175. âyet de inkârcılara yönelik olarak ileride başlarına yenilgi, ölüm, esirlik gibi nice hallerin geleceği şeklinde bir uyarı ve tehdit anlamı taşımakta; o zaman müminlerin sevineceğine, münkirlerin üzüleceğine işaret edilmektedir (Râzî, aynı yer; İbn Âşûr, XXIII, 196).
Yoksa onlar azabımızı acele mi istiyorlar?
Başka birçok âyette de belirtildiği üzere Hz. Peygamber, zulümlerini, günah ve isyankârlıklarını devam ettiren putperestleri, ileride bütün bu tutum ve davranışlarının hesabını vereceklerini ve cezasını çekeceklerini bildirip uyardıkça onlar, “Şu dediklerin bir an önce gerçekleşse de görsek!” gibi alay yollu sözler ederlerdi. Burada şimdi cezanın çabuklaştırılmasını isteyenlerin, uyarılara aldırış etmeyenlerin, vakti geldiğinde “sabahlarının çok kötü olacağı” bildirilmektedir. Sabah kelimesine dayanarak, inkârcıların beklenen ceza ile sabah vaktinde karşılaşacakları söylenmişse de bu bağlamda “uykudan uyanma” anlamında bir mecaz olduğu, buna göre âyetin ilgili cümlesinin, “Uyarılmış olanların uyanmaları çok kötü olacaktır!” mânasına geldiği anlaşılmaktadır.
Bir yoruma göre 175. âyet, inkârcıların dünyada uğrayacakları yenilgi ve sıkıntılarla, bir kelime eksiğiyle onun tekrarı olan 179. âyet ise âhirette uğrayacakları azapla ilgilidir (Şevkânî, IV, 476)
Fakat azabımız onların yurtlarına indiğinde, o uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
Başka birçok âyette de belirtildiği üzere Hz. Peygamber, zulümlerini, günah ve isyankârlıklarını devam ettiren putperestleri, ileride bütün bu tutum ve davranışlarının hesabını vereceklerini ve cezasını çekeceklerini bildirip uyardıkça onlar, “Şu dediklerin bir an önce gerçekleşse de görsek!” gibi alay yollu sözler ederlerdi. Burada şimdi cezanın çabuklaştırılmasını isteyenlerin, uyarılara aldırış etmeyenlerin, vakti geldiğinde “sabahlarının çok kötü olacağı” bildirilmektedir. Sabah kelimesine dayanarak, inkârcıların beklenen ceza ile sabah vaktinde karşılaşacakları söylenmişse de bu bağlamda “uykudan uyanma” anlamında bir mecaz olduğu, buna göre âyetin ilgili cümlesinin, “Uyarılmış olanların uyanmaları çok kötü olacaktır!” mânasına geldiği anlaşılmaktadır. Bir yoruma göre 175. âyet, inkârcıların dünyada uğrayacakları yenilgi ve sıkıntılarla, bir kelime eksiğiyle onun tekrarı olan 179. âyet ise âhirette uğrayacakları azapla ilgilidir (Şevkânî, IV, 476)
Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
Başka birçok âyette de belirtildiği üzere Hz. Peygamber, zulümlerini, günah ve isyankârlıklarını devam ettiren putperestleri, ileride bütün bu tutum ve davranışlarının hesabını vereceklerini ve cezasını çekeceklerini bildirip uyardıkça onlar, “Şu dediklerin bir an önce gerçekleşse de görsek!” gibi alay yollu sözler ederlerdi. Burada şimdi cezanın çabuklaştırılmasını isteyenlerin, uyarılara aldırış etmeyenlerin, vakti geldiğinde “sabahlarının çok kötü olacağı” bildirilmektedir. Sabah kelimesine dayanarak, inkârcıların beklenen ceza ile sabah vaktinde karşılaşacakları söylenmişse de bu bağlamda “uykudan uyanma” anlamında bir mecaz olduğu, buna göre âyetin ilgili cümlesinin, “Uyarılmış olanların uyanmaları çok kötü olacaktır!” mânasına geldiği anlaşılmaktadır. Bir yoruma göre 175. âyet, inkârcıların dünyada uğrayacakları yenilgi ve sıkıntılarla, bir kelime eksiğiyle onun tekrarı olan 179. âyet ise âhirette uğrayacakları azapla ilgilidir (Şevkânî, IV, 476)
(Bekle ve) gör. Onlar da yakında görecekler.
Başka birçok âyette de belirtildiği üzere Hz. Peygamber, zulümlerini, günah ve isyankârlıklarını devam ettiren putperestleri, ileride bütün bu tutum ve davranışlarının hesabını vereceklerini ve cezasını çekeceklerini bildirip uyardıkça onlar, “Şu dediklerin bir an önce gerçekleşse de görsek!” gibi alay yollu sözler ederlerdi. Burada şimdi cezanın çabuklaştırılmasını isteyenlerin, uyarılara aldırış etmeyenlerin, vakti geldiğinde “sabahlarının çok kötü olacağı” bildirilmektedir. Sabah kelimesine dayanarak, inkârcıların beklenen ceza ile sabah vaktinde karşılaşacakları söylenmişse de bu bağlamda “uykudan uyanma” anlamında bir mecaz olduğu, buna göre âyetin ilgili cümlesinin, “Uyarılmış olanların uyanmaları çok kötü olacaktır!” mânasına geldiği anlaşılmaktadır. Bir yoruma göre 175. âyet, inkârcıların dünyada uğrayacakları yenilgi ve sıkıntılarla, bir kelime eksiğiyle onun tekrarı olan 179. âyet ise âhirette uğrayacakları azapla ilgilidir (Şevkânî, IV, 476)
Senin Rabbin; kudret ve şeref sahibi olan Rab, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.
Sûrenin bu son âyetlerinde yüce Allah, putperestlerin sûre boyunca üzerinde durulup eleştirilen tanrı telakkilerinden, O’na isnat ettikleri yanlış nitelemelerden zatını tenzih etmekte; bir kısmına yukarıda işaret edilen peygamberlerini selâmla anmaktadır. Bu âyetler, Allah’ı takdis ve tenzih ederek övgüyle anmanın ve peygamberleri yâdetmenin en güzel ifadeleri olduğu için, özellikle Kur’an’dan bir parça okunduktan ve dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması müslümanlar arasında gelenek halini almıştır.
Peygamberlere selâm olsun.
Sûrenin bu son âyetlerinde yüce Allah, putperestlerin sûre boyunca üzerinde durulup eleştirilen tanrı telakkilerinden, O’na isnat ettikleri yanlış nitelemelerden zatını tenzih etmekte; bir kısmına yukarıda işaret edilen peygamberlerini selâmla anmaktadır. Bu âyetler, Allah’ı takdis ve tenzih ederek övgüyle anmanın ve peygamberleri yâdetmenin en güzel ifadeleri olduğu için, özellikle Kur’an’dan bir parça okunduktan ve dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması müslümanlar arasında gelenek halini almıştır.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Sûrenin bu son âyetlerinde yüce Allah, putperestlerin sûre boyunca üzerinde durulup eleştirilen tanrı telakkilerinden, O’na isnat ettikleri yanlış nitelemelerden zatını tenzih etmekte; bir kısmına yukarıda işaret edilen peygamberlerini selâmla anmaktadır. Bu âyetler, Allah’ı takdis ve tenzih ederek övgüyle anmanın ve peygamberleri yâdetmenin en güzel ifadeleri olduğu için, özellikle Kur’an’dan bir parça okunduktan ve dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması müslümanlar arasında gelenek halini almıştır.