Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.
“Aşkındır, cömerttir” diye çevirdiğimiz tebâreke fiili, Türkçe’de bir kelimeyle karşılanması mümkün olmayan anlamlar içermektedir. Nitekim tefsirlerde bu kelimenin, “yücelik, aşkınlık, kutsallık, süreklilik, değişmezlik; zâtı, nitelikleri ve fiilleri bakımından eşsizlik ve benzersizlik, başka hiçbir varlıkla mukayese edilemeyecek derecede geniş çaplı cömertlik” gibi sadece Allah hakkında düşünülmesi mümkün olan bütün üstünlükleri kapsadığını gösteren açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Râzî, XXIV, 44-45; Kurtubî, XIII, 5-6; Elmalılı, V, 3559-3561). Tebâreke fiili, bu kapsamı dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm’de sadece Allah için kullanılmıştır.
“Kul”dan maksat Hz. Peygamber’dir. Furkan kelimesi ise burada özellikle Kur’an için kullanılmış olup “hakkı bâtıldan, doğru yolu yanlış yoldan, helâli haramdan ayırıcı bir ölçü” anlamına gelmektedir (Taberî, XVIII, 179; İbn Kesîr, VI, 100; ayrıca bk. Âl-i İmrân
3:4). Kelime bu özel anlamı dolayısıyla da sûreye isim olarak verilmiştir.
Âlemîn, âlem kelimesinin çoğulu olup Allah’ın yarattığı ve yönettiği maddî ve mânevî, görülen ve görülmeyen bütün varlık türlerini, oluşları ve bütünüyle evreni ifade eden bir kavramdır (bilgi için bk. Fâtiha
1:2). Ancak burada özellikle Hz. Muhammed’in kendilerine peygamber olarak gönderildiği, akıl sahibi olan, yükümlü ve sorumlu tutulabilen varlıkları ifade ettiği anlaşılmaktadır.
“Uyarıcı” diye çevirdiğimiz nezîr kelimesi, Hz. Muhammed’in peygamberlik özelliklerinden biri olup onun kurtarıcılık misyonunu; insanların göz alıcı, gönül çelici, fâni ve aldatıcı dünya zevklerine kendilerini kaptırıp yoldan çıkmalarını önlemek gibi ulvî bir amaçla gönderildiğini ifade eder. Uyarıcı nitelemesinin burada Kur’an için kullanıldığı da söylenmiştir ki buna göre yukarıda Hz. Peygamber’le ilgili olarak kaydettiğimiz açıklamalar bu yoruma göre de geçerlidir. Nitekim İsrâ sûresinin 9-10. âyetlerinde de Kur’an’ın bu uyarıcı ve kurtarıcı özelliği vurgulanmıştı.
O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.
Özel olarak, Allah’a ortak koşan ve O’nun şanına yakışmayacak şekilde iddialar ileri süren Mekkeli putperestlere cevap olan bu âyetler, daha genel olarak tevhid ilkesini zedeleyici veya büsbütün dışlayıcı, yok sayıcı inanç, fikir ve eylemleri reddeden bir içerik taşımaktadır. 2. âyetin son cümlesine göre evrendeki her şey Allah tarafından yaratıldığı gibi, bu yaratmada bir kaos olmayıp kozmik bir sisteme ve düzene göre gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Canlı cansız her varlık hiçbir sapma göstermeden Allah’ın kendileri için takdir ettiği işlevi icra etmekte; bütün oluşlar sürekli olarak Allah’ın belirlediği yasalara göre işlemektedir; hiçbir gücün ve iradenin bu yasaları aşması, ihlâl etmesi mümkün değildir. 3. âyette, hiçbir yaratma işlevi taşımayan nesnelere tapanlara şu husus hatırlatılmaktadır: Gerçek tanrı, öncelikle yaratıcı güce sahiptir; fayda ve zararın asıl kaynağıdır; gerektiği durumlarda fayda da zarar da O’ndan gelir. Nihayet gerçek Tanrı; ölümü, hayatı ve yeryüzünde hayatın son bulmasından sonra insanların yeniden diriltilerek mahşerde toplanmalarını sağlayacak gücü elinde bulundurandır.
(İnkâr edenler), Allah’ı bırakıp hiçbir şey yaratmayan ve zaten kendileri yaratılmış olan, üstelik kendilerine fayda ve zararları dokunmayan, öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.
Özel olarak, Allah’a ortak koşan ve O’nun şanına yakışmayacak şekilde iddialar ileri süren Mekkeli putperestlere cevap olan bu âyetler, daha genel olarak tevhid ilkesini zedeleyici veya büsbütün dışlayıcı, yok sayıcı inanç, fikir ve eylemleri reddeden bir içerik taşımaktadır. 2. âyetin son cümlesine göre evrendeki her şey Allah tarafından yaratıldığı gibi, bu yaratmada bir kaos olmayıp kozmik bir sisteme ve düzene göre gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Canlı cansız her varlık hiçbir sapma göstermeden Allah’ın kendileri için takdir ettiği işlevi icra etmekte; bütün oluşlar sürekli olarak Allah’ın belirlediği yasalara göre işlemektedir; hiçbir gücün ve iradenin bu yasaları aşması, ihlâl etmesi mümkün değildir. 3. âyette, hiçbir yaratma işlevi taşımayan nesnelere tapanlara şu husus hatırlatılmaktadır: Gerçek tanrı, öncelikle yaratıcı güce sahiptir; fayda ve zararın asıl kaynağıdır; gerektiği durumlarda fayda da zarar da O’ndan gelir. Nihayet gerçek Tanrı; ölümü, hayatı ve yeryüzünde hayatın son bulmasından sonra insanların yeniden diriltilerek mahşerde toplanmalarını sağlayacak gücü elinde bulundurandır.
İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular.
Mekkeli putperestler, aslında Kur’an-ı Kerîm’in hükümlerini kendi bâtıl inançları, zulme dayanan mevcut düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlullah’ın “birilerinden”, yani o dönemde Mekke’de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak Kur’an’ı kendisinin uydurduğu iddiasıydı. Gerçi Resûlullah’ın genellikle köle sınıfından olan birkaç hıristiyanla görüştüğü söylenmektedir. Bunun da sebebi, onların inançlarının putperestlerinkine göre doğruya daha yakın oluşuydu. Ancak Kur’an-ı Kerîm gibi mükemmel bir kitabı böyle rastgele kişilerden aldığı bilgilerle oluşturması saçma bir iddia olmaktan öte gidemezdi (bu hususta ayrıntılı bilgi ve eleştiriler için bk. Ateş, VI, 244-246; ayrıca bk. Nahl
16:103). 6. âyette putperestlerin iddiaları reddedilirken “Onu, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi” buyurulması şu gerçeğe işaret etmektedir: Kur’an, Allah’ın yardımı olmadan hiçbir insanın, kendi beşerî yetenekle iyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar, gayb âlemine ilişkin bilgiler, kurallar ve gerçekler içermektedir; dolayısıyla Kur’an’ın insan değil Allah’ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur’an’ın kendisidir, onun içeriğidir.
“(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.
Mekkeli putperestler, aslında Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerini kendi bâtıl inançları, zulme dayanan mevcut düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlullah’ın “birilerinden”, yani o dönemde Mekke’de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak Kur’an’ı kendisinin uydurduğu iddiasıydı. Gerçi Resûlullah’ın genellikle köle sınıfından olan birkaç hıristiyanla görüştüğü söylenmektedir. Bunun da sebebi, onların inançlarının putperestlerinkine göre doğruya daha yakın oluşuydu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm gibi mükemmel bir kitabı böyle rastgele kişilerden aldığı bilgilerle oluşturması saçma bir iddia olmaktan öte gidemezdi (bu hususta ayrıntılı bilgi ve eleştiriler için bk. Ateş, VI, 244-246; ayrıca bk. Nahl
16:103). 6. âyette putperestlerin iddiaları reddedilirken “Onu, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi” buyurulması şu gerçeğe işaret etmektedir: Kur’an, Allah’ın yardımı olmadan hiçbir insanın, kendi beşerî yetenekleriyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar, gayb âlemine ilişkin bilgiler, kurallar ve gerçekler içermektedir; dolayısıyla Kur’an’ın insan değil Allah’ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur’an’ın kendisidir, onun içeriğidir.
(Ey Muhammed!) De ki: “O kitabı göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Mekkeli putperestler, aslında Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerini kendi bâtıl inançları, zulme dayanan mevcut düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlullah’ın “birilerinden”, yani o dönemde Mekke’de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak Kur’an’ı kendisinin uydurduğu iddiasıydı. Gerçi Resûlullah’ın genellikle köle sınıfından olan birkaç hıristiyanla görüştüğü söylenmektedir. Bunun da sebebi, onların inançlarının putperestlerinkine göre doğruya daha yakın oluşuydu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm gibi mükemmel bir kitabı böyle rastgele kişilerden aldığı bilgilerle oluşturması saçma bir iddia olmaktan öte gidemezdi (bu hususta ayrıntılı bilgi ve eleştiriler için bk. Ateş, VI, 244-246; ayrıca bk. Nahl
16:103). 6. âyette putperestlerin iddiaları reddedilirken “Onu, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi” buyurulması şu gerçeğe işaret etmektedir: Kur’an, Allah’ın yardımı olmadan hiçbir insanın, kendi beşerî yetenekleriyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar, gayb âlemine ilişkin bilgiler, kurallar ve gerçekler içermektedir; dolayısıyla Kur’an’ın insan değil Allah’ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur’an’ın kendisidir, onun içeriğidir.
Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!”
Müşrikler, aslında alay maksadı taşıyan bu sözleriyle Hz. Muhammed’in sıradan insanlarda görülen özellikleriyle peygamber olamayacağını iddia ediyor; kendisine inanmaları için yanında bu tür beşerî özellikler taşımayan bir melek bulunması ve Resûlullah’ın sürdürdüğü uyarıcılık görevini bu meleğin üstlenmesi gerektiğini veya genellikle yoksulluğun hüküm sürdüğü Mekke şartlarında, kendilerinden farklı olarak Resûlullah’ın krallar gibi özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor; bunların hiçbiri yokken peygamberlik davasında bulunmasının ancak büyü yapılmış birinin saçmalıkları olduğunu ileri sürüyorlardı. Âyetin sonunda bunlar “zalimler” diye anılmışlardır. Çünkü onlar öncelikle gönül dünyalarından Allah’ı silip, O’nun yerine düzmece tanrılar edinerek onlara bağlanmışlar; lâyık olana kulluk ve itaati bırakıp lâyık olmayana itaat etmişlerdir. İkinci olarak, Hz. Muhammed’in hak peygamber olup olmadığının ölçüsü olarak, onun getirdiği dinin ilkelerinin, insanlığın maddî ve mânevî, bireysel ve sosyal sorunlarını çözmeye elverişli olup olmadığını, ihtiyaçlarına cevap verip vermediğini dikkate almaları gerektiği halde onlar, peygamberlik misyonuyla ilgisi olmayan haksız ve yersiz isteklerde bulunmuşlardır.
“Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!” Zalimler, (inananlara): “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.
Müşrikler, aslında alay maksadı taşıyan bu sözleriyle Hz. Muhammed’in sıradan insanlarda görülen özellikleriyle peygamber olamayacağını iddia ediyor; kendisine inanmaları için yanında bu tür beşerî özellikler taşımayan bir melek bulunması ve Resûlullah’ın sürdürdüğü uyarıcılık görevini bu meleğin üstlenmesi gerektiğini veya genellikle yoksulluğun hüküm sürdüğü Mekke şartlarında, kendilerinden farklı olarak Resûlullah’ın krallar gibi özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor; bunların hiçbiri yokken peygamberlik davasında bulunmasının ancak büyü yapılmış birinin saçmalıkları olduğunu ileri sürüyorlardı. Âyetin sonunda bunlar “zalimler” diye anılmışlardır. Çünkü onlar öncelikle gönül dünyalarından Allah’ı silip, O’nun yerine düzmece tanrılar edinerek onlara bağlanmışlar; lâyık olana kulluk ve itaati bırakıp lâyık olmayana itaat etmişlerdir. İkinci olarak, Hz. Muhammed’in hak peygamber olup olmadığının ölçüsü olarak, onun getirdiği dinin ilkelerinin, insanlığın maddî ve mânevî, bireysel ve sosyal sorunlarını çözmeye elverişli olup olmadığını, ihtiyaçlarına cevap verip vermediğini dikkate almaları gerektiği halde onlar, peygamberlik misyonuyla ilgisi olmayan haksız ve yersiz isteklerde bulunmuşlardır.
(Ey Muhammed!) Senin hakkında bak nasıl da temsiller getirdiler de (haktan) saptılar. Artık onlar doğru yolu bulamazlar.
Meâlindeki “yoldan çıkma”nın metindeki karşılığı dalâlet, “doğru yolu bulma”nın karşılığı da hidayet kavramlarıdır. Dalâletin asıl anlamı, çölde yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet de doğru yolu izlemesi veya yolunu kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır. Buna göre inkârcıların, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in uydurduğu, onun peygamberlik nitelikleri taşımadığı, büyülenmiş biri olduğu gibi iddiaları âyette çölde yolunu kaybetmeye benzetilmekte; böyle davrandıkları sürece doğru yolu da bulamayacakları ifade edilmektedir.
8. âyette bildirildiğine göre Hz. Peygamber’in düşmanları, onun özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor, bunların bulunmayışını peygamberlik davasını boşa çıkaran bir eksiklik olarak göstermeye çalışıyorlardı. 10. âyete göre yüce Allah dilerse resulüne maddî nimetler olarak onların söylediklerinden daha güzellerini de verir, bunu önleyebilecek hiçbir güç yoktur; buna rağmen eğer vermemişse peygamberi için böylesini daha uygun gördüğünden dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve mârifetin kapılarını açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini uygun görür (Râzî, XXIV, 53). Resulü Muhammed’e de vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kimin için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple –Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine– insanlar, sahip oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel işler gibi konulardaki mânevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir.
Dilerse sana bundan daha güzelini, içinden ırmaklar akan cennetleri verebilecek olan, sana saraylar kurabilecek olan Allah’ın şanı yücedir.
Meâlindeki “yoldan çıkma”nın metindeki karşılığı dalâlet, “doğru yolu bulma”nın karşılığı da hidayet kavramlarıdır. Dalâletin asıl anlamı, çölde yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet de doğru yolu izlemesi veya yolunu kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır. Buna göre inkârcıların, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in uydurduğu, onun peygamberlik nitelikleri taşımadığı, büyülenmiş biri olduğu gibi iddiaları âyette çölde yolunu kaybetmeye benzetilmekte; böyle davrandıkları sürece doğru yolu da bulamayacakları ifade edilmektedir. 8. âyette bildirildiğine göre Hz. Peygamber’in düşmanları, onun özel hazinelere, mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor, bunların bulunmayışını peygamberlik davasını boşa çıkaran bir eksiklik olarak göstermeye çalışıyorlardı. 10. âyete göre yüce Allah dilerse resulüne maddî nimetler olarak onların söylediklerinden daha güzellerini de verir, bunu önleyebilecek hiçbir güç yoktur; buna rağmen eğer vermemişse peygamberi için böylesini daha uygun gördüğünden dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve mârifetin kapılarını açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini uygun görür (Râzî, XXIV, 53). Resulü Muhammed’e de vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kimin için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple –Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine– insanlar, sahip oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel işler gibi konulardaki mânevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir.
Hayır, onlar Kıyameti de yalanladılar. Biz ise o Kıyameti yalanlayanlara çılgın bir cehennem ateşi hazırlamışızdır.
Taberî, 11. âyetin başındaki “fakat” diye çevirdiğimiz bel edatını, 7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: “Ey Peygamber! Bu müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden dirilişe inanmadıkları, kıyameti ve Allah’ın kıyamette ölüleri dirilterek onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle davranıyorlar” (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah’a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr etmeleriydi. 11. âyette onların, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır.
Bu ateş onları uzak bir mesafeden görünce onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler.
“Son saat”ten maksat kıyamettir. Taberî, 11. âyetin başındaki “fakat” diye çevirdiğimiz bel edatını, 7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: “Ey Peygamber! Bu müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden dirilişe inanmadıkları, kıyameti ve Allah’ın kıyamette ölüleri dirilterek onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle davranıyorlar” (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah’a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr etmeleriydi. 11. âyette onların, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır.
Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler
“Son saat”ten maksat kıyamettir. Taberî, 11. âyetin başındaki “fakat” diye çevirdiğimiz bel edatını, 7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: “Ey Peygamber! Bu müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden dirilişe inanmadıkları, kıyameti ve Allah’ın kıyamette ölüleri dirilterek onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle davranıyorlar” (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah’a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr etmeleriydi. 11. âyette onların, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır.
(Kendilerine) “Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, birçok kere yok olmayı isteyin!” (denir.)
“Son saat”ten maksat kıyamettir. Taberî, 11. âyetin başındaki “fakat” diye çevirdiğimiz bel edatını, 7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: “Ey Peygamber! Bu müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden dirilişe inanmadıkları, kıyameti ve Allah’ın kıyamette ölüleri dirilterek onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle davranıyorlar” (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah’a ortak koşmanın yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr etmeleriydi. 11. âyette onların, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır.
De ki: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanlara va’dedilen ebedîlik cenneti mi?” Orası onlar için bir mükâfat ve varılacak bir yerdir.
İnkârcılarla müminlerin, dünyada yapıp ettiklerinin karşılığı olarak âhiretteki âkıbetleri hakkında çok kısa bir karşılaştırma yapılarak insanların akıllarını başlarına almaları öğütlenmektedir.
Yukarıdaki cehennem tasvirine mukabil burada cennetin iki özelliği öne çıkarılmıştır: a) Cennet hayatının ve mutluluğunun sonsuz oluşu,
b) Orada bulunanların, diledikleri bütün güzellikleri elde edebilecekleri. Âyette bunun müttakilere (takvâ sahipleri) Allah’ın bir vaadi olduğu bildirilmektedir. Burada müminlerin inanç ve yaşayışları hakkında ayrıntılı bilgi verilmeden onlar sadece takvâ sahipleri olarak anılmıştır. Bu da gösteriyor ki Kur’an dilinde takvâ kavramı, imandan başlamak üzere Allah’a itaat ve saygı anlamı taşıyan bütün olumlu tutum ve davranışları içermektedir. Bunu dikkate alarak âyetteki söz konusu kelimeyi, “Allah’a saygılı olmayı ilke haline getirmiş olanlar” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.
“Bu, rabbinin, gerçekleşmesi istenen bir vaadidir” şeklinde çevirdiğimiz 16. âyetin son cümlesi değişik şekillerde açıklanmış olup bunların ikisi şöyledir: a) Müminlerin ebedî kalacakları ve diledikleri her şeyi elde edebilecekleri cennet, onların, “Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiğin şeyleri bize de ver” diye dua ederek gerçekleşmesini daha dünyadayken istedikleri ilâhî bir vaaddir. b) Bu cennet, Allah’ın, yerine getirilmesi kesin olan, kendisinden gerçekleştirmesi istenecek olan bir vaadidir (Taberî, XVIII, 188-189). Allah’ın vaadinden dönmesi düşünülemeyeceği için (Hac
22:47; Rûm
30:6) bu vaadini de mutlaka yerine getirecektir.
Ebedî olarak kalacakları orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bu, Rabbinin uhdesine aldığı, (yerine getirilmesi) istenen bir va’didir.
İnkârcılarla müminlerin, dünyada yapıp ettiklerinin karşılığı olarak âhiretteki âkıbetleri hakkında çok kısa bir karşılaştırma yapılarak insanların akıllarını başlarına almaları öğütlenmektedir. Yukarıdaki cehennem tasvirine mukabil burada cennetin iki özelliği öne çıkarılmıştır: a) Cennet hayatının ve mutluluğunun sonsuz oluşu, b) Orada bulunanların, diledikleri bütün güzellikleri elde edebilecekleri. Âyette bunun müttakilere (takvâ sahipleri) Allah’ın bir vaadi olduğu bildirilmektedir. Burada müminlerin inanç ve yaşayışları hakkında bilgi verilmeden onlar sadece takvâ sahipleri olarak anılmıştır. Bu da gösteriyor ki Kur’an dilinde takvâ kavramı, imandan başlamak üzere Allah’a itaat ve saygı anlamı taşıyan bütün olumlu tutum ve davranışları içermektedir. Bunu dikkate alarak âyetteki söz konusu kelimeyi, “Allah’a saygılı olmayı ilke haline getirmiş olanlar” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. “Bu, rabbinin, gerçekleşmesi istenen bir vaadidir” şeklinde çevirdiğimiz 16. âyetin son cümlesi değişik şekillerde açıklanmış olup bunların ikisi şöyledir: a) Müminlerin ebedî kalacakları ve diledikleri her şeyi elde edebilecekleri cennet, onların, “Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiğin şeyleri bize de ver” diye dua ederek gerçekleşmesini daha dünyadayken istedikleri ilâhî bir vaaddir. b) Bu cennet, Allah’ın, yerine getirilmesi kesin olan, kendisinden gerçekleştirmesi istenecek olan bir vaadidir (Taberî, XVIII, 188-189). Allah’ın vaadinden dönmesi düşünülemeyeceği için (Hac
22:47; Rûm
30:6) bu vaadini de mutlaka yerine getirecektir.
Rabbinin, onları ve Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyleri bir araya getireceği ve (taptıklarına), “Siz mi saptırdınız benim şu kullarımı, yoksa onlar kendileri mi yoldan saptılar” diyeceği günü hatırla.
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre büyük yargı gününde, mutlak adaletin gerçekleşeceği kıyametteki sorgulamada Allah, putperestlerle diğer çok tanrıcı inanç sahiplerinin taptıkları varlıkları da huzurunda sorgulayacak ve bunlar, kendilerine tapanların aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Muhammed Esed, –Kur’an’ı rasyonelleştirme şeklindeki hâkim çabasının bir sonucu olarak– burada “bazı müfessirlerin söylediği gibi ‘yargı günü’nde konuşturulacak olan cansız putlara değil, fakat tanrılaştırılan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azizlere, velîlere” hitap edildiğini savunuyorsa da bu görüşe tam olarak katılmak mümkün değildir. Bu âyetlerin, Esed’in belirttiği inanç gruplarıyla da ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak sûrenin 3. âyetinden itibaren geniş ölçüde Mekke putperestlerine hitap edilmekte, onların inanç ve tutumları eleştirilmektedir. Bu putperestler, geçmişleriyle bol bol övünmekle beraber peygamberlere, azizlere, velîlere tapmıyorlardı; onlarda ata ruhlarına tapınma inancı da yoktu. Temel dinî tutumları, bazı gök cisimlerini ve onların sembolleri olarak yaptıkları putları tanrı sayıp onlara tapmaktı. İşte burada yüce Allah’ın sınırsız kudretiyle âhirette bu tapılan varlıklara can vererek onlara şahitlik yaptıracağı; bunların da müşriklerin sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, müşriklerin inandıkları gibi kendileri şuurlu ve iradeli varlıklar olsalardı Allah’a dayanıp güvenmekten başka bir şey yapamayacaklarını ve müşriklerin –Allah’ın verdiği nimetleri yerinde kullanmak şöyle dursun– bu nimetler yüzünden Allah’ı unutup yoldan çıktıklarını ifade edecekleri; böylece putperestlerin suçları sabit olunca hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları bildirilmektedir.
Onlar, “Seni eksikliklerden uzak tutarız. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helâke giden bir toplum oldular” derler.
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre büyük yargı gününde, mutlak adaletin gerçekleşeceği kıyametteki sorgulamada Allah, putperestlerle diğer çok tanrıcı inanç sahiplerinin taptıkları varlıkları da huzurunda sorgulayacak ve bunlar, kendilerine tapanların aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Muhammed Esed, –Kur’an’ı rasyonelleştirme şeklindeki hâkim çabasının bir sonucu olarak– burada “bazı müfessirlerin söylediği gibi ‘yargı günü’nde konuşturulacak olan cansız putlara değil, fakat tanrılaştırılan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azizlere, velîlere” hitap edildiğini savunuyorsa da bu görüşe tam olarak katılmak mümkün değildir. Bu âyetlerin, Esed’in belirttiği inanç gruplarıyla da ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak sûrenin 3. âyetinden itibaren geniş ölçüde Mekke putperestlerine hitap edilmekte, onların inanç ve tutumları eleştirilmektedir. Bu putperestler, geçmişleriyle bol bol övünmekle beraber peygamberlere, azizlere, velîlere tapmıyorlardı; onlarda ata ruhlarına tapınma inancı da yoktu. Temel dinî tutumları, bazı gök cisimlerini ve onların sembolleri olarak yaptıkları putları tanrı sayıp onlara tapmaktı. İşte burada yüce Allah’ın sınırsız kudretiyle âhirette bu tapılan varlıklara can vererek onlara şahitlik yaptıracağı; bunların da müşriklerin sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, müşriklerin inandıkları gibi kendileri şuurlu ve iradeli varlıklar olsalardı Allah’a dayanıp güvenmekten başka bir şey yapamayacaklarını ve müşriklerin –Allah’ın verdiği nimetleri yerinde kullanmak şöyle dursun– bu nimetler yüzünden Allah’ı unutup yoldan çıktıklarını ifade edecekleri; böylece putperestlerin suçları sabit olunca hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları bildirilmektedir.
(İlâh edindikleriniz) söyledikleriniz konusunda sizi yalancı çıkardılar. Artık kendinizden azabı savmaya gücünüz yetmeyecek ve kendinize yardım da edemeyeceksiniz. Sizden kim de zulüm ve haksızlık ederse, ona büyük bir azap tattırırız.
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre büyük yargı gününde, mutlak adaletin gerçekleşeceği kıyametteki sorgulamada Allah, putperestlerle diğer çok tanrıcı inanç sahiplerinin taptıkları varlıkları da huzurunda sorgulayacak ve bunlar, kendilerine tapanların aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Muhammed Esed, –Kur’an’ı rasyonelleştirme şeklindeki hâkim çabasının bir sonucu olarak– burada “bazı müfessirlerin söylediği gibi ‘yargı günü’nde konuşturulacak olan cansız putlara değil, fakat tanrılaştırılan akıl sahibi varlıklara, yani peygamberlere, azizlere, velîlere” hitap edildiğini savunuyorsa da bu görüşe tam olarak katılmak mümkün değildir. Bu âyetlerin, Esed’in belirttiği inanç gruplarıyla da ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak sûrenin 3. âyetinden itibaren geniş ölçüde Mekke putperestlerine hitap edilmekte, onların inanç ve tutumları eleştirilmektedir. Bu putperestler, geçmişleriyle bol bol övünmekle beraber peygamberlere, azizlere, velîlere tapmıyorlardı; onlarda ata ruhlarına tapınma inancı da yoktu. Temel dinî tutumları, bazı gök cisimlerini ve onların sembolleri olarak yaptıkları putları tanrı sayıp onlara tapmaktı. İşte burada yüce Allah’ın sınırsız kudretiyle âhirette bu tapılan varlıklara can vererek onlara şahitlik yaptıracağı; bunların da müşriklerin sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, müşriklerin inandıkları gibi kendileri şuurlu ve iradeli varlıklar olsalardı Allah’a dayanıp güvenmekten başka bir şey yapamayacaklarını ve müşriklerin –Allah’ın verdiği nimetleri yerinde kullanmak şöyle dursun– bu nimetler yüzünden Allah’ı unutup yoldan çıktıklarını ifade edecekleri; böylece putperestlerin suçları sabit olunca hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları bildirilmektedir.
Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi. (Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin, hakkıyla görendir.
Müşriklerin, 7. âyette Hz. Muhammed’in peygamberliğine itiraz olarak ileri sürdükleri iddialara cevap veren bu âyette peygamberlerin beşerî özellikler bakımından diğer insanlardan farklı olmadığına, şu halde inkârcıların ileri sürdükleri bu iddianın geçersiz olduğuna işaret edilmektedir (Râzî, XXIV, 65). “Biz kiminizi kiminiz için imtihan vesilesi yaptık” cümlesiyle ilgili olarak farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre burada Mekke putperestlerinin ileri gelenleriyle çoğunluğunu yoksul ve himayesiz insanların oluşturduğu müslümanlar kastedilmiştir. Âyete göre bu iki kesim, birbirleri karşısındaki tutumlarıyla bir imtihan vermektedirler. Nitekim kendilerini soylu ve üstün gören müşrikler, sıradan kişilerle aynı inancı paylaşmayı reddediyor, güya onların seviyesine düşmediklerini göstermek için inkârda daha da inatlaşmakla kalmayıp diğerlerine eza ve cefa ediyor ve bu suretle kötü bir imtihan vermiş oluyor; müslümanlar ise onlardan gördükleri hakaretlere, maddî ve mânevî baskılara sabredip Allah’a ve peygambere bağlılıklarını koruyarak iyi bir imtihan vermiş oluyorlardı.
Ancak âyeti, bu yorumu da içine alacak şekilde bütün insanlıkla ilgili olarak anlamak daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyet, genel olarak insanlar arasındaki ilişkilerin gelişigüzel yürütülemeyeceğini, bu ilişkilerin belli insanî ve ahlâkî kuralları bulunduğunu göstermektedir. Bu kurallara uymak, kişisel çıkarlar ve benlik iddiaları yerine hak ve adalet ölçüleri içinde davranmayı zorunlu kıldığı, bu da yerine göre sabrı ve özveriyi gerektirdiği için âyette, “Bakalım sabredecek misiniz?” buyurulmuş; ardından da Allah’ın her şeyi görüp gözettiği hatırlatılmak suretiyle ödevlerini belirtilen kurallar çerçevesinde yerine getiren, böylece söz konusu sınavda başarılı olan kimselerle kurallardan saparak sınavda başarısızlık gösterenlere hak ettikleri mükâfat veya cezanın verileceğine işaret edilmiştir.
Bize kavuşacaklarını ummayanlar, “Bize melekler indirilseydi, yahut Rabbimizi görseydik ya!” dediler. Andolsun, onlar kendi benliklerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir taşkınlık gösterdiler.
Burada da iman etmemek için türlü bahaneler ileri süren müşriklerin bir başka bahanelerine işaret edilmektedir. İddialarına göre peygambere inanmaları için kendilerine melekler gelip Resûlullah’ın bildirdiklerinin doğru olduğuna şahitlik etmeli veya Allah’ı kendi gözleriyle görüp hakikati O’ndan öğrenmelilermiş (Taberî, XIX, 1)! Ama âyet, onların inanmamalarının asıl sebebinin, içlerinde taşıdıkları küstahça kibirleri ve davranışlarıyla sergiledikleri zulüm ve taşkınlıkları olduğunu ifşa etmektedir. Her ne kadar âyet, tarihî bağlamda özellikle Mekkeli putperestlerin inkâra sapmalarının temelindeki olumsuz psikolojiyi ortaya koyuyor gibi görünse de aslında bu, daha genel olarak Allah’ın, peygamberi vasıtasıyla ortaya koyduğu inanç ve ahlâk ilkelerine karşı mücadeleyi kendilerine dava edinmiş olan bütün inkârcılar için geçerli genel bir tesbit olarak anlaşılabilir. 22. âyet, bunlara şu sarsıcı uyarıda bulunmaktadır: Bir zaman gelecek, o mütekebbir ve azgın inkârcılar “Bize gelmeliydiler” dedikleri melekleri görecekler; fakat artık o zaman iş işten geçmiş olacak; ısrarla inkâr ettikleri âhirette kendileri için hiçbir iyi haber duyamayacaklar; inanmadıkları bu gerçekle karşılaşınca bütün güzel şeylerin kendilerine yasak olduğunu, âhiret nimetlerinden, ebedî kurtuluştan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, bunu kendi dilleriyle itiraf edecekler; bir yoruma göre de melekler onlara, “Her şey yasak (size), her şeyden mahrum bırakıldınız!” diyecekler.
“Her şeyden mahrum olduk!” şeklinde çevirdiğimiz hicren mahcûren ifadesi, Arapça’daki bir deyim dikkate alınarak, büyük bir felâket karşısında dehşete düşen ve çaresizlik içinde kıvranan insanın söylediği bir istiâze (Allah’a sığınma) ifadesi olarak da yorumlanmış ve “Allahım! Beni koru, bu felâketi benden uzaklaştır!” anlamına geldiği belirtilmiştir. Birinin, korktuğu bir kişi veya olayla karşı karşıya geldiğinde “Bana dokunamazsın! Benden uzak dur!” anlamında kullandığı bir deyim olarak da açıklanmaktadır (Râzî, XXIV, 71; Şevkânî, IV, 81).
Fakat melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir müjde yoktur. “Eyvah! Biz Allah’ın rahmetinden tamamen uzaklaştırılmışız”[391] diyecekler.
Âyetin son kısmı, “Melekler de onlara, ‘Size bugün sevinçli hiçbir haber yok’ diyecekler” şeklinde de tercüme edilebilir.
Burada da iman etmemek için türlü bahaneler ileri süren müşriklerin bir başka bahanelerine işaret edilmektedir. İddialarına göre peygambere inanmaları için kendilerine melekler gelip Resûlullah’ın bildirdiklerinin doğru olduğuna şahitlik etmeli veya Allah’ı kendi gözleriyle görüp hakikati O’ndan öğrenmelilermiş (Taberî, XIX, 1)! Ama âyet, onların inanmamalarının asıl sebebinin, içlerinde taşıdıkları küstahça kibirleri ve davranışlarıyla sergiledikleri zulüm ve taşkınlıkları olduğunu ifşa etmektedir. Her ne kadar âyet, tarihî bağlamda özellikle Mekkeli putperestlerin inkâra sapmalarının temelindeki olumsuz psikolojiyi ortaya koyuyor gibi görünse de aslında bu, daha genel olarak Allah’ın, peygamberi vasıtasıyla ortaya koyduğu inanç ve ahlâk ilkelerine karşı mücadeleyi kendilerine dava edinmiş olan bütün inkârcılar için geçerli genel bir tesbit olarak anlaşılabilir. 22. âyet, bunlara şu sarsıcı uyarıda bulunmaktadır: Bir zaman gelecek, o mütekebbir ve azgın inkârcılar “Bize gelmeliydiler” dedikleri melekleri görecekler; fakat artık o zaman iş işten geçmiş olacak; ısrarla inkâr ettikleri âhirette kendileri için hiçbir iyi haber duyamayacaklar; inanmadıkları bu gerçekle karşılaşınca bütün güzel şeylerin kendilerine yasak olduğunu, âhiret nimetlerinden, ebedî kurtuluştan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, bunu kendi dilleriyle itiraf edecekler; bir yoruma göre de melekler onlara, “Her şey yasak (size), her şeyden mahrum bırakıldınız!” diyecekler. “Her şeyden mahrum olduk!” şeklinde çevirdiğimiz hicren mahcûren ifadesi, Arapça’daki bir deyim dikkate alınarak, büyük bir felâket karşısında dehşete düşen ve çaresizlik içinde kıvranan insanın söylediği bir istiâze (Allah’a sığınma) ifadesi olarak da yorumlanmış ve “Allahım! Beni koru, bu felâketi benden uzaklaştır!” anlamına geldiği belirtilmiştir. Birinin, korktuğu bir kişi veya olayla karşı karşıya geldiğinde “Bana dokunamazsın! Benden uzak dur!” anlamında kullandığı bir deyim olarak da açıklanmaktadır (Râzî, XXIV, 71; Şevkânî, IV, 81).
Onların yaptıkları bütün amellerine yöneldik ve onları dağılmış zerreciklere çevirdik.
Kuşkusuz –inkârcı da olsa– her insanın dünyada yaptığı iyi işler de bulunmaktadır. Fakat bunların Allah katında değer taşıması ve âhirette kurtuluşa vesile olabilmesi için onları yapanların, Allah’ın rızâsını gözeterek yapmış olmaları, bunun için de O’na iman etmeleri gerekmektedir. Halbuki o devrin kültürünü anlatan kaynaklara göre, müşriklerin yaptıkları iyiliklerin temelinde onların benlik iddiaları, gurur tatmini, başkalarının takdirini, saygısını kazanma, insanları minnet altına sokma, iyilikleriyle övülme gibi egoist duyguları ve beklentileri bulunmaktaydı. Şu halde yaptıkları iyiliklerin âhirette olumlu bir karşılığı da olmayacak, rüzgârın savurup götürdüğü toz toprak gibi boşa gidecektir. Buna karşılık 24. âyette de Allah’a ve âhiret gününe inanıp iyiliklerini Allah rızâsını ve âhiret kurtuluşunu umarak yapanların nâil olacakları güzel ortam çok kısa fakat çok kuşatıcı bir ifadeyle, “kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli” şeklinde özetlenmektedir.
O gün cennetliklerin kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer daha güzeldir.
Kuşkusuz –inkârcı da olsa– her insanın dünyada yaptığı iyi işler de bulunmaktadır. Fakat bunların Allah katında değer taşıması ve âhirette kurtuluşa vesile olabilmesi için onları yapanların, Allah’ın rızâsını gözeterek yapmış olmaları, bunun için de O’na iman etmeleri gerekmektedir. Halbuki o devrin kültürünü anlatan kaynaklara göre, müşriklerin yaptıkları iyiliklerin temelinde onların benlik iddiaları, gurur tatmini, başkalarının takdirini, saygısını kazanma, insanları minnet altına sokma, iyilikleriyle övülme gibi egoist duyguları ve beklentileri bulunmaktaydı. Şu halde yaptıkları iyiliklerin âhirette olumlu bir karşılığı da olmayacak, rüzgârın savurup götürdüğü toz toprak gibi boşa gidecektir. Buna karşılık 24. âyette de Allah’a ve âhiret gününe inanıp iyiliklerini Allah rızâsını ve âhiret kurtuluşunu umarak yapanların nâil olacakları güzel ortam çok kısa fakat çok kuşatıcı bir ifadeyle, “kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli” şeklinde özetlenmektedir.
O gün gök bulutlarla yarılıp parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir.
Kıyamet olayının gerçekleşmesini anlatan bazı âyetlerde göğün yarılıp, açılacağından ve orada kapılar oluşacağından söz edilmektedir (Nebe’
78:19; İnşikak
84:1). Bu âyetlerin zâhirî ifadelerinden anlaşıldığına göre kıyamet sırasında evrenin kozmik düzeni bozulacak; “O gün yer başka bir yere, gökler başka göklere dönüştürülecektir” (İbrâhim
14:48). Günümüzde bazı bilim adamları kıyametin nasıl kopacağına dair çeşitli senaryolar ileri sürüyorlarsa da bu hususta Kur’an’ın verdiği bilgiler dışında açıklama getirme imkânımız yoktur. Müslümana düşen görev, Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerini şeksiz şüphesiz kabul etmekten; kıyametin kopacağına, bütün insanların yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanacaklarına inanmak ve dünyada yapıp ettiklerinden dolayı herkesin hesap vereceği âhiret hayatı için hazırlık yapmaktan ibarettir. Şu halde müslüman için asıl önemli olan, kıyametin nasıl kopacağını merak edip öğrenmek değil, gerçekleşmesinde kuşku bulunmayan âhiret için hazırlıklı olmaktır.
O gün gerçek hükümranlık Rahmân’ındır ve kâfirlere zorlu bir gün olacaktır.
Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2. âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır ve O’nun egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki “İşte o gün (âhiret) egemenlik Rahmân’ındır” ifadesinden, dünyada egemenliğin Allah’tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında verilen sınırlı imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçim ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret ettiği gibi Allah’ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur’an’ın bütününde âhiret inancına ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah’ın insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O’nun mutlak egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş olmaktadır.
“O gün (âhiret günü) inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.” Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları bağışlayan Allah’ı tanıyıp O’na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz‘anlarını kullanarak Peygamber’in davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısını ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhirette verecekleri şey sadece “yapayalnız ve yardımcısız” bırakılmaktır. Kur’an dilinde bu acı âkıbetin adı hızlândır. 29. âyetteki hazûl kelimesiyle aynı kökten olan hızlân dinî bir terim olarak, “Allah’ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımını kesmesi, onları yapayalnız ve yardımcısız bırakması” anlamına gelir (daha fazla bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Hızlân”, DİA, XVII, 419-420).
O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!”
Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2. âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır ve O’nun egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki “İşte o gün (âhiret) egemenlik rahmânındır” ifadesinden, dünyada egemenliğin Allah’tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında verilen sınırlı imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçim ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret ettiği gibi Allah’ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur’an’ın bütününde âhiret inancına ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah’ın insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O’nun mutlak egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş olmaktadır. “O gün (âhiret günü) inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.” Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları bağışlayan Allah’ı tanıyıp O’na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz‘anlarını kullanarak Peygamber’in davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısını ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhirette verecekleri şey sadece “yapayalnız ve yardımcısız” bırakılmaktır. Kur’an dilinde bu acı âkıbetin adı hızlândır. 29. âyetteki hazûl kelimesiyle aynı kökten olan hızlân dinî bir terim olarak, “Allah’ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımını kesmesi, onları yapayalnız ve yardımcısız bırakması” anlamına gelir (daha fazla bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Hızlân”, DİA, XVII, 419-420).
“Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!”
Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2. âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır ve O’nun egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki “İşte o gün (âhiret) egemenlik rahmânındır” ifadesinden, dünyada egemenliğin Allah’tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında verilen sınırlı imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçim ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret ettiği gibi Allah’ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur’an’ın bütününde âhiret inancına ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah’ın insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O’nun mutlak egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş olmaktadır. “O gün (âhiret günü) inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.” Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları bağışlayan Allah’ı tanıyıp O’na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz‘anlarını kullanarak Peygamber’in davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısını ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhirette verecekleri şey sadece “yapayalnız ve yardımcısız” bırakılmaktır. Kur’an dilinde bu acı âkıbetin adı hızlândır. 29. âyetteki hazûl kelimesiyle aynı kökten olan hızlân dinî bir terim olarak, “Allah’ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımını kesmesi, onları yapayalnız ve yardımcısız bırakması” anlamına gelir (daha fazla bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Hızlân”, DİA, XVII, 419-420).
“Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.”
Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2. âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır ve O’nun egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki “İşte o gün (âhiret) egemenlik rahmânındır” ifadesinden, dünyada egemenliğin Allah’tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında verilen sınırlı imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçim ve eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret ettiği gibi Allah’ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur’an’ın bütününde âhiret inancına ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah’ın insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O’nun mutlak egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş olmaktadır. “O gün (âhiret günü) inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.” Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları bağışlayan Allah’ı tanıyıp O’na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz‘anlarını kullanarak Peygamber’in davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine duydukları öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış olmanın acısını ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhirette verecekleri şey sadece “yapayalnız ve yardımcısız” bırakılmaktır. Kur’an dilinde bu acı âkıbetin adı hızlândır. 29. âyetteki hazûl kelimesiyle aynı kökten olan hızlân dinî bir terim olarak, “Allah’ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımını kesmesi, onları yapayalnız ve yardımcısız bırakması” anlamına gelir (daha fazla bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Hızlân”, DİA, XVII, 419-420).
Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi.
Putperestlerin Resûlullah’a ısrarla karşı çıkmaları, haksız iddia ve iftiralarla onu üzmeleri üzerine onun da bu âyetteki ifadelerle inkârcıları Allah’a şikâyet ettiği belirtilmektedir (Râzî, XXIV, 76-77). Ancak Taberî (XIX, 9) gibi bazı müfessirler, konunun akışını dikkate alarak Hz. Peygamber’in bu şikâyetini âhirette, o büyük yargılama sırasında dile getireceğini belirtmişlerdir. Ayrıca yine ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre onun şikâyetçi olduğu kesim, bütün ümmeti, hatta kendi dönemindeki bütün kavmi değil, bunlar içinden onun risâletini tanımayan, Kur’an’ın çağrısına uymayı reddeden putperestlerdir.
Metindeki mehcûran kelimesinin kök anlamından dolayı ilgili bölüme çoğunlukla, “... Kur’an’a inanmayı terkettiler, onu kabul etmediler, onu dinlemekten dahi yüz çevirdiler” mânası verilmiştir (Râzî, XXIV, 77). Bu tutumlar, özetle Kur’an’a ilgisizlik anlamına geldiği için meâline anlamı bu kelimeyle yansıttık. Ancak mehcûran kelimesinin kökünde “alay etme” ve “hezeyan savurma, saçmalama” anlamları da bulunmakta olup bu anlamlar dikkate alınarak Resûlullah’ın bu şikâyetinin, “Rabbim! Kavmim bu Kur’an’la alay ettiler” veya “... Kur’an’la ilgili saçma sapan sözler sarfedip haksız iddialar ileri sürdüler” şeklinde de anlaşılabileceği belirtilmiştir (Taberî, XIX, 9-10). Sonuçta her üç anlamıyla da bu şikâyette müşriklerin Kur’an karşısındaki akıl ve ahlâk ölçüleriyle uyuşmayan inkârcı ve reddedici tutumları dile getirilmektedir.
Biz, işte böyle, her peygamber için suçlulardan bir düşman yarattık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.
Tebliğ ve irşad faaliyeti sırasında engellerle karşılaşan, insanları içine düştükleri inkâr bataklığından kurtarmak için çalışırken yine bu insanların bir kısmından düşmanlık görüp maddî ve mânevî baskılara, haksızlıklara mâruz kalan tek peygamber Hz. Muhammed değildir. Bütün peygamberler, kendi toplumlarının yaşayan inanç ve telakkilerini, ahlâk ve topyekün hayat düzenini sorgulamışlar, eleştirmişler ve değiştirmek istemişler; bu da o toplumlarda mevcut yapıdan memnun olan, özellikle bu yapı sayesinde servet yığmış; yüksek mevki, itibar ve sosyal statü kazanmış kesimleri rahatsız etmiş, bu rahatsızlık giderek düşmanlıklara dönüşmüştür. Bu gerçeğin “... her peygambere karşı, günaha batmış kimseler içinden bir düşman çıkardık” cümlesiyle ifade edilmesi, ilke olarak âlemde olup biten her şeyin ilâhî irade ve yasalar çerçevesinde gerçekleştiği şeklindeki Kur’an’ın hâkim yaklaşım ve üslûbunun bir yansımasıdır. Âyette, bu gerçeği özetleyen ifadenin ardından, “Ama yol gösterici ve yardımcı olarak rabbin yeterlidir” buyurularak müşriklerin bâtıl inançlar, yanlış fikirler, haksız iddialar ve bencil hesaplar üzerine kurulan düşmanca girişimlerinin başarılı olamayacağı; Allah’ın, yol gösterici, kurtarıcı desteği ve yardımıyla resulünü başarıya ulaştıracağı müjdelenmektedir. Aslında bu, daha genel anlamda Allah rızâsı ve insanlığın iyiliği, kurtuluşu ve mutluluğu için çalışan her mümine yönelik kutsal bir vaad ve müjdedir.
İnkâr edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.[392]
Âyetin son kısmı, “Biz Kur’an’ı senin kalbine yerleştirmek için onu kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk” şeklinde de tercüme edilebilir.
Kur’an’a inanmamak için bahaneler üreten müşriklerin başka bir iddiası dile getirilmektedir. Aslında Kur’an’ın hepsi birden indirilseydi onlar yine inanmayacaklardı. Çünkü amaçları gerçeği bulmak değil, taassup duygularıyla bağlandıkları bâtıl inançlarını, maddî ve sosyal çıkarlarını korumaktır. Ayrıca bu tutum sadece Câhiliye müşriklerine özgü bir hal de değildir. İnsanlardan bir kısmı, günümüzde bile asıl niyetlerini ve amaçlarını saklayarak –istedikleri yerine getirilse iyi bir dindar olacakmış gibi– böyle mâsum görünüşlü iddialar, gerekçeler, talepler, görüş ve öneriler ileri sürebilmektedir.
Müşriklerin, “Kur’an ona bütünüyle bir defada indirilseydi ya!” derken asıl maksatları Allah’ın mâlûmu olmakla birlikte, bu sözlerin iyi niyetli insanların zihnini karıştırması ihtimali bulunduğu için âyette iddiaya kısaca cevap verilmiştir. Buna göre Allah Teâlâ, Kur’an’ın tamamını bir defada değil de yaklaşık yirmi üç sene zarfında, âyet âyet, bölüm bölüm indirmekle Resûlullah’ın her gelen âyeti gerek metni gerekse anlamıyla zihnine iyice yerleştirmesini, ruhuna sindirmesini amaçlamış; Resûlullah da Kur’an’ın bütününü eksiksiz ve yanlışsız olarak hâfızasına yerleştirdiği gibi, diğer insanlara tebliğ etmeden önce bizzat kendisi, başta iman esasları olmak üzere Kur’an’ın ilkeleriyle kişiliğini bütünleştirmiş, Hz. Âişe’nin ifadesiyle Kur’an onun ahlâkı haline gelmiştir (Müslim, “Müsâfirîn”, 139).
Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım.
“Kuşku doğurucu bir talep” diye çevirdiğimiz mesel kelimesi, sözlükte “misal, örnek, temsil, atasözü” gibi anlamlara gelir. Ancak kelimenin burada, –belirttiğimiz anlamı yanında– Kur’an’ın başka bazı yerlerinde görüldüğü gibi putperestlerin İslâm hakkında kuşku uyandırmayı, zihinleri çelmeyi hedef alan iddiaları, soruları, talepleri ve misalleri için kullanıldığı da düşünülebilir (Zemahşerî, III, 97; İbn Âşûr, XIX, 21-22). Buna göre inkârcılar kuşku uyandırıcı misaller, sorular, itirazlar ortaya attıkça Allah da konunun aslı, özü, doğrusu ne ise onu ortaya koyarak, o konuda en doğru delilleri, en kesin açıklamaları bildirerek inkârcıların niyetlerini boşa çıkarmıştır. Nitekim Kur’an’a ve peygambere karşı mücadele veren inkârcıların bütün gayretleri sonuçsuz kalmış, en sonunda ortaya koyduğu inanç ilkeleri ve hayat düzeniyle başarı ve hâkimiyet Kur’an’ın olmuştur.
Kuşkusuz bu âyet, dolaylı olarak bugünün insanlarına da bir ders vermekte; bir fikri, bir inancı haklı gerekçelere dayanmadan ortadan kaldırmaya kalkışan gayretleri eleştirdiği gibi bu gayretleri etkisiz kılmanın tek doğru yolu olarak “kesin gerçeğe” dayanmak ve “en güzel açıklama”lar getirerek gerçeğin insanlar tarafından doğru anlaşılıp kavranmasını sağlamak gerektiğine işaret etmektedir.
Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar var ya; işte onlar konumları itibariyle daha kötü, tuttukları yol itibariyle daha sapıktırlar.
“Yüzüstü” diye çevirdiğimiz alâ vücûhihim ifadesinin tam anlamı “yüzleri üzerine” şeklindedir. Lafzından hareketle bu ifadeden inkârcıların yüz üstü sürünerek mahşer yerine toplanacakları mânasını çıkaranlar yanında bunun bir mecaz olduğunu düşünüp onların âhirette içine düşecekleri zilleti, perişanlığı, utanç ve pişmanlık duygularını anlattığını söyleyenler de vardır. Âyette sözü edilen “en kötü yer” cehennem, “en kötü yol” da cehenneme götüren yol olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte bu ifadeleri mecaz olarak anlamak da mümkündür. Buna göre “en kötü yer” ile inkârcıların Allah katındaki itibarsız ve değersiz konumları, “en kötü yol” ile de onların dünyada iken tutmuş oldukları yanlış ve sapkın yol kastedilmiş olabilir (Taberî, XIX, 12; Zemahşerî, III, 97; İbn Âşûr, XIX, 24).
Andolsun, Biz, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik ve kardeşi Hârûn’u da ona yardımcı kıldık.
İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların âkıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur’an’ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır.
Ashâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (
50:12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress’in, Yâsîn sûresinde geçen (
36:13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb’ın kavmi yahut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî’nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur’an’a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir.
Onlara, “Âyetlerimizi yalanlayan topluluğa gidin” dedik. Nihayet o kavmi yerle bir ettik.
İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların âkıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur’an’ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır. Ashâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (
50:12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress’in, Yâsîn sûresinde geçen (
36:13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb’ın kavmi yahut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî’nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur’an’a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir.
Nûh kavmini de, Peygamberleri yalanladıkları vakit suda boğduk. Onları insanlara bir ibret yaptık ve zalimlere elem dolu bir azap hazırladık.
İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların âkıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur’an’ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır. Ashâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (
50:12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress’in, Yâsîn sûresinde geçen (
36:13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb’ın kavmi yahut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî’nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur’an’a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir.
Âd ve Semûd kavimlerini, Ress halkını[393] ve bunların arasında pek çok nesilleri de helâk ettik.
Ress halkı, taşlarla örülmüş kuyuların etrafında yerleşen topluluk demektir. Putlara tapan bu insanlar bir görüşe göre Şu’ayb peygamberin kavmi idi.
İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların âkıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur’an’ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır. Ashâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (
50:12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress’in, Yâsîn sûresinde geçen (
36:13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb’ın kavmi yahut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî’nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur’an’a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir.
Bunların her birine misaller getirdik, (öğüt almadıkları için) hepsini kırıp geçirdik.
İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı) dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu toplulukların âkıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur’an’ın muhataplarının bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır. Ashâb-ı Res, konumuz olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (
50:12) peygamberlerini yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre Res, Orta Arabistan’daki Yemâme’de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır. Ashâb-ı Ress’in, Yâsîn sûresinde geçen (
36:13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb’ın kavmi yahut Semûd’un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, Râzî’nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne Kur’an’a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların inkârları yüzünden helâk edildikleridir.
Andolsun, senin kavmin, belâ yağmuruna tutularak yok edilen kente uğramışlardır. Yoksa onu görmüyorlar mıydı (ki ibret almadılar)? Hayır! (Görüyorlardı fakat) tekrar dirilmeyi ummuyorlardı.
“Bunlar” zamiri ile Hz. Peygamber’i inkâr eden Arap müşrikleri kastedilmiştir. “Felâket yağmuruna tutulmuş olan o belde” ise müfessirlere göre Lût kavminin yaşadığı, Ölüdeniz kıyısında eski bir şehir olan Sodom’dur (bilgi için bk. Hicr
15:75-77). Araplar kuzeye yaptıkları ticarî yolculukları sırasında bu bölgeden geçerler ve âyetten anlaşıldığına göre muhtemelen bu şehrin azgınlık ve ahlâksızlıkları yüzünden helâk olmuş kavimden kalan harabelerini görürlerdi (Şevkânî, IV, 90). Âyette onların bizzat görerek veya görenlerden duyarak bilgi sahibi oldukları bu ibret levhasından ders almamış olmaları eleştirilmekte; bu gaflet ve duyarsızlığın temelinde, dünyadaki tutum ve davranışlarının hesabını verecekleri âhiret gününe inanmamalarının bulunduğu bildirilmektedir.
41,42. Onlar seni görünce ancak eğlenceye alırlar. “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği adam bu mu? Biz, ilâhlarımıza sımsıkı sarılmasaydık neredeyse bizi ilâhlarımızdan uzaklaştıracaktı” (derler.) Onlar yakında azabı gördükleri zaman, yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler.
Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri, bâtıl inançlarını sürdürmekle yetinmeyip bütün cahiller, cahil oldukları kadar küstah da olan kötü karakterli insanlar gibi onlar da Hz. Peygamber’in kendilerine yönelttiği davetin, ortaya koyduğu inanç ilkelerinin ve hayat sisteminin içeriği, anlamı ve değeri üzerine düşünecekleri yerde, sırf ilkellik ve bağnazlıklarından, inat ve inkârlarından dolayı güya onu önder ve rehber olacak nitelikte görmediklerini ileri sürerek alaya alırlardı. Çünkü –önceki âyetlerde de geçtiği gibi– onlar, peygamber olan birinin yanında meleklerin bulunması, kendilerine Allah’ı göstermesi gibi olağan üstü işaretler ortaya koyması gerektiğini ileri sürerlerdi. Oysa, 42. âyette aktarılan kendi ifadelerinden anlaşıldığına göre onlar elleriyle yaptıkları putlara bağlılığı gerçek din sayacak, bunlardan kurtarılmanın kendileri için felâket olduğunu düşünecek kadar da aptalca ve sapkın bir zihniyete sahiplerdi (Râzî, XXIV, 85).
41,42. Onlar seni görünce ancak eğlenceye alırlar. “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği adam bu mu? Biz, ilâhlarımıza sımsıkı sarılmasaydık neredeyse bizi ilâhlarımızdan uzaklaştıracaktı” (derler.) Onlar yakında azabı gördükleri zaman, yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler.
Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri, bâtıl inançlarını sürdürmekle yetinmeyip bütün cahiller, cahil oldukları kadar küstah da olan kötü karakterli insanlar gibi onlar da Hz. Peygamber’in kendilerine yönelttiği davetin, ortaya koyduğu inanç ilkelerinin ve hayat sisteminin içeriği, anlamı ve değeri üzerine düşünecekleri yerde, sırf ilkellik ve bağnazlıklarından, inat ve inkârlarından dolayı güya onu önder ve rehber olacak nitelikte görmediklerini ileri sürerek alaya alırlardı. Çünkü önceki âyetlerde de geçtiği gibi– onlar, peygamber olan birinin yanında meleklerin bulunması, kendilerine Allah’ı göstermesi gibi olağan üstü işaretler ortaya koyması gerektiğini ileri sürerlerdi. Oysa, 42. âyette aktarılan kendi ifadelerinden anlaşıldığına göre onlar elleriyle yaptıkları putlara bağlılığı gerçek din sayacak, bunlardan kurtarılmanın kendileri için felâket olduğunu düşünecek kadar da aptalca ve sapkın bir zihniyete sahiplerdi (Râzî, XXIV, 85).
Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?
İnsan, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyar. Aklına uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünür; bu davetin, Allah’ın yeryüzündeki en seçkin varlığı olan insan için, kendisinin de bir üyesi olduğu topyekün insanlık için ne anlam ifade ettiği üzerinde zihin yorar; buna göre bir hükme varır ve sonuçta daveti kabul veya reddederler. Arzu ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlarını, geçici isteklerini, adi menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur’an’ın neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu ikincisidir. Konumuz olan âyette de bu şekilde davrananlar, “bayağı arzularını tanrılaştıranlar” olarak tanımlanmakta; 44. âyette de putperestlerin, bayağı arzularını tanrı edinmeyi sürdürdükçe Peygamber’in davetini doğru anlamalarının, akıllarını kullanarak sağlıklı değerlendirme yapmalarının imkânsız olduğu bildirilmekte; bu tutumlarıyla da düşünme yeteneğinden yoksun olan hayvanlardan daha şaşkın, daha iz‘ansız bir durumda bulundukları açıklanmaktadır.
Mekkeli putperestlerin zihniyet yapısını özetleyip eleştiren bu âyetler, evrensel planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten daha önemli görmeleridir.
Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.
İnsan, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyar. Aklına uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünür; bu davetin, Allah’ın yeryüzündeki en seçkin varlığı olan insan için, kendisinin de bir üyesi olduğu topyekün insanlık için ne anlam ifade ettiği üzerinde zihin yorar; buna göre bir hükme varır ve sonuçta daveti kabul veya reddederler. Arzu ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlarını, geçici isteklerini, adi menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur’an’ın neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu ikincisidir. Konumuz olan âyette de bu şekilde davrananlar, “bayağı arzularını tanrılaştıranlar” olarak tanımlanmakta; 44. âyette de putperestlerin, bayağı arzularını tanrı edinmeyi sürdürdükçe Peygamber’in davetini doğru anlamalarının, akıllarını kullanarak sağlıklı değerlendirme yapmalarının imkânsız olduğu bildirilmekte; bu tutumlarıyla da düşünme yeteneğinden yoksun olan hayvanlardan daha şaşkın, daha iz‘ansız bir durumda bulundukları açıklanmaktadır. Mekkeli putperestlerin zihniyet yapısını özetleyip eleştiren bu âyetler, evrensel planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten daha önemli görmeleridir.
Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir.
50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
Sonra onu kendimize yavaş yavaş çektik.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapandır.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
48,49. O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Ölü toprağı canlandıralım, yarattıklarımızdan birçok hayvanları ve insanları sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
48,49. O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderendir. Ölü toprağı canlandıralım, yarattıklarımızdan birçok hayvanları ve insanları sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
Andolsun, biz bunu insanlar arasında, düşünüp ibret alsınlar diye tekrar tekrar açıkladık. Fakat insanların çoğu nankörlükte direttiler.
İnkârcıların, nefsânî tutkularını tanrılaştırırcasına akıl ve iz‘an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle insanlar, Kur’an’ın temel hedefi olan Allah’a imana ve hidayet yoluna davet edilmektedir. 50. âyetteki “... kendilerine” diye çevirdiğimiz beynehüm ifadesi lafzî olarak “aralarında” anlamına gelir. Ancak biz, bu ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet, Kur’an’da bazı bilgilerin, uyarıların, ibretli olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır.
Dileseydik her memlekete bir uyarıcı gönderirdik.
İsrâil tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde –birbirine yakın da olsa– birkaç yerleşim merkezine, küçük hacimli birden fazla topluluğa ayrı ayrı peygamberler gönderildiği de oluyordu. İşte âyette, artık Hz. Muhammed’in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan kalkmakta olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki bütün dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret edilmekte ve kendisinden, inkârcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç göstererek mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan peygamberlik işlevini yerine getirmesi istenmektedir. Başka bir ifadeyle –âyetin işaretine göre– Hz. Muhammed’in son ve kendi döneminde tek peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve iletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sayede Hz. Muhammed’in İslâm mesajı, –onun, komşu ülkelerin liderlerine İslâm’a davet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi– bizzat kendi teşebbüslerinin de katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci yüzyılını doldurmadan bir dünya dini halini almış; İslâm’ın kutsal kaynağı Kur’an da orijinal halini tam olarak korumuştur.
Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı bu Kur’an’la büyük bir mücadele ver.
İsrâil tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde –birbirine yakın da olsa– birkaç yerleşim merkezine, küçük hacimli birden fazla topluluğa ayrı ayrı peygamberler gönderildiği de oluyordu. İşte âyette, artık Hz. Muhammed’in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan kalkmakta olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki bütün dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret edilmekte ve kendisinden, inkârcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç göstererek mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan peygamberlik işlevini yerine getirmesi istenmektedir. Başka bir ifadeyle âyetin işaretine göre– Hz. Muhammed’in son ve kendi döneminde tek peygamber olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve iletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sayede Hz. Muhammed’in İslâm mesajı, –onun, komşu ülkelerin liderlerine İslâm’a davet mektupları yazması örneğinde görüldüğü gibi– bizzat kendi teşebbüslerinin de katkısıyla daha o dönemde Arap yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci yüzyılını doldurmadan bir dünya dini halini almış; İslâm’ın kutsal kaynağı Kur’an da orijinal halini tam olarak korumuştur.
O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır.
Araya giren çok kısa fakat son derece önemli uyarı ve bilgilerin ardından ilâhî kudretin kanıtları olan kevnî bilgilere ve delillere devam edilmektedir. 53. âyetteki bahr kelimesi, meâlinde de gösterdiğimiz gibi “deniz” anlamındadır. Ancak –Muhammed Esed’in de haklı olarak belirttiği üzere– (II, 736) Kur’an’da bu kelime yer yer nehir veya büyük su kütlesi için de kullanılmaktadır. Âyette de ifade buyurulduğu gibi yüce Allah’ın yasaları uyarınca tatlı sular, ırmaklar denizlere akmakta; bununla birlikle, günümüzde deniz araştırmalarının açıkça kanıtladığı üzere bazı denizlerde tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı görülmekte, âyetteki ifadeyle âdeta bu iki su kütlesinin arasında “bir engel, aşılmaz bir perde” bulunmakta; bilimin bu yeni keşfinin Kur’an tarafından çok açık ifadelerle ortaya konması Kur’an’ın açık bir mûcizesi olarak değerlendirilmektedir (bilgi için bk. Maurice Bucaille, s. 288-290).
O, sudan bir insan yaratıp ondan soy sop ve hısımlık meydana getirendir. Rabbin, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
Yukarıda sözü edilenlerden daha büyük mûcize, Allah’ın görebildiğimiz en büyük eseri olan insan ve onun yaratılışıdır. Burada, insanlar arasındaki nesep ve sıhriyet bağının da ilâhî kudretin bir delili olarak gösterilmesi ve hemen ardından Allah’ın üstün kudretinin hatırlatılması da son derece anlamlıdır. Çünkü bu, insanın uygarlık kuran bir varlık oluşuna işaret eder. Nitekim uygarlık önce nesep ve sıhriyet ilişkisiyle başlar. Allah sayısız psikolojik, sosyal, ekonomik ilişkilerin de temeli olan bu iki bağdan insanlığı mahrum bıraksaydı insanın diğer hayvanlardan farkı kalmazdı. 55. âyette insanların buna rağmen Allah’ı bırakıp da kendilerine hiçbir fayda veya zarar getirmesi mümkün olmayan nesnelere tapmaları eleştirilmekte; böylece Câhiliye Arapları’nın putları tanrı edinmelerinin, daha geniş anlamda o günden bugüne birçok insanın birtakım değersiz varlıklara veya nefislerinin fâni arzularına birer tanrı gibi kul köle olmalarının anlamsızlığı hatırlatılmaktadır.
Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine ne faydası ne de zararı dokunan şeylere kulluk ederler. Kâfir, Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır.
Yukarıda sözü edilenlerden daha büyük mûcize, Allah’ın görebildiğimiz en büyük eseri olan insan ve onun yaratılışıdır. Burada, insanlar arasındaki nesep ve sıhriyet bağının da ilâhî kudretin bir delili olarak gösterilmesi ve hemen ardından Allah’ın üstün kudretinin hatırlatılması da son derece anlamlıdır. Çünkü bu, insanın uygarlık kuran bir varlık oluşuna işaret eder. Nitekim uygarlık önce nesep ve sıhriyet ilişkisiyle başlar. Allah sayısız psikolojik, sosyal, ekonomik ilişkilerin de temeli olan bu iki bağdan insanlığı mahrum bıraksaydı insanın diğer hayvanlardan farkı kalmazdı. 55. âyette insanların buna rağmen Allah’ı bırakıp da kendilerine hiçbir fayda veya zarar getirmesi mümkün olmayan nesnelere tapmaları eleştirilmekte; böylece Câhiliye Arapları’nın putları tanrı edinmelerinin, daha geniş anlamda o günden bugüne birçok insanın birtakım değersiz varlıklara veya nefislerinin fâni arzularına birer tanrı gibi kul köle olmalarının anlamsızlığı hatırlatılmaktadır.
Biz, seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
Yüce Allah, türlü varlıkları kendilerine put edinme dalâletine düşmekten kurtulup davet edildikleri İslâm’ın kurtarıcı ilkelerini benimseyen, inanç ve yaşayışını bu ilkeler çerçevesinde düzenleyen müminler için resulü Muhammed’i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli bir hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir; Peygamber’in biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği şey, 57. âyetin ifadesine göre insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri çeşitli vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş; 52. âyette geçen “İnkârcılara boyun eğme, onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür” buyruğu uyarınca tebliğ ve irşad görevini kararlılıkla sürdürmüş; 58. âyetteki buyruk uyarınca daima Allah’a dayanıp güvenmiş, O’ndan aldığı güçle tek başına giriştiği bu mücadeleyi, başladığı gündeki kararlılık ve cesaretiyle ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; en sonunda Allah ona, vaad ettiği (Fetih
110:1-2) zaferleri, fetihleri nasip etmiş; insanların kitleler halinde Allah’ın dinine girdiği günleri kendisine göstermiştir.
“Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir” cümlesi, Allah’ın, hiçbir bilgi vasıtasına ihtiyaç duymadan, diğer bütün varlık ve olaylar gibi insanların yapıp ettiklerinden de haberdar olduğunu, dolayısıyla insanların günahlarının da O’nun bilgisi dışında gerçekleşemeyeceğini ifade etmekte, böylece bu ifade insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır.
De ki: “Ben buna karşılık sizden dileyen kimsenin, Rabbine giden yolu tutmasından başka herhangi bir ücret istemiyorum.”
Yüce Allah, türlü varlıkları kendilerine put edinme dalâletine düşmekten kurtulup davet edildikleri İslâm’ın kurtarıcı ilkelerini benimseyen, inanç ve yaşayışını bu ilkeler çerçevesinde düzenleyen müminler için resulü Muhammed’i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli bir hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir; Peygamber’in biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği şey, 57. âyetin ifadesine göre insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri çeşitli vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş; 52. âyette geçen “İnkârcılara boyun eğme, onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür” buyruğu uyarınca tebliğ ve irşad görevini kararlılıkla sürdürmüş; 58. âyetteki buyruk uyarınca daima Allah’a dayanıp güvenmiş, O’ndan aldığı güçle tek başına giriştiği bu mücadeleyi, başladığı gündeki kararlılık ve cesaretiyle ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; en sonunda Allah ona, vaad ettiği (Fetih
110:1-2) zaferleri, fetihleri nasip etmiş; insanların kitleler halinde Allah’ın dinine girdiği günleri kendisine göstermiştir. “Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir” cümlesi, Allah’ın, hiçbir bilgi vasıtasına ihtiyaç duymadan, diğer bütün varlık ve olaylar gibi insanların yapıp ettiklerinden de haberdar olduğunu, dolayısıyla insanların günahlarının da O’nun bilgisi dışında gerçekleşemeyeceğini ifade etmekte, böylece bu ifade insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır.
Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter!
Yüce Allah, türlü varlıkları kendilerine put edinme dalâletine düşmekten kurtulup davet edildikleri İslâm’ın kurtarıcı ilkelerini benimseyen, inanç ve yaşayışını bu ilkeler çerçevesinde düzenleyen müminler için resulü Muhammed’i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli bir hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir; Peygamber’in biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği şey, 57. âyetin ifadesine göre insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri çeşitli vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş; 52. âyette geçen “İnkârcılara boyun eğme, onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür” buyruğu uyarınca tebliğ ve irşad görevini kararlılıkla sürdürmüş; 58. âyetteki buyruk uyarınca daima Allah’a dayanıp güvenmiş, O’ndan aldığı güçle tek başına giriştiği bu mücadeleyi, başladığı gündeki kararlılık ve cesaretiyle ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; en sonunda Allah ona, vaad ettiği (Fetih
110:1-2) zaferleri, fetihleri nasip etmiş; insanların kitleler halinde Allah’ın dinine girdiği günleri kendisine göstermiştir. “Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir” cümlesi, Allah’ın, hiçbir bilgi vasıtasına ihtiyaç duymadan, diğer bütün varlık ve olaylar gibi insanların yapıp ettiklerinden de haberdar olduğunu, dolayısıyla insanların günahlarının da O’nun bilgisi dışında gerçekleşemeyeceğini ifade etmekte, böylece bu ifade insanlar için bir uyarı anlamı taşımaktadır.
Gökleri ve yeryüzünü ve ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a[394] kurulan Rahmân’dır. Sen bunu haberdar olana sor!
Arş, kudret ve hâkimiyet tahtı, sınırsız kudret makamı demektir.
İnsanların günahlarından Allah’ın mutlaka bilgisi olduğu hakkında kuşkusu olanlara, Allah’ın nelere kādir olduğu hususunda çok kısa bir hatırlatma yapılmakta, dolaylı olarak böyle bir kuşkunun saçma olduğuna işaret edilmektedir (Allah’ın evreni altı günde yaratması, arş ve arşa istivânın ne anlama geldiği hususunda bilgi için bk. A‘râf
7:54. âyetin tefsiri).
“Onu bir bilene sor” şeklinde çevirdiğimiz âyetin son cümlesi oldukça kapalı bir ifade olup değişik şekillerde açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre “O” zamiri Rahmân ismini gösterir; “bir bilen” ise yine Allah’tır. Buna göre Allah’ı yine O’nun âyetleriyle, varlığının ve kudretinin –bir bölümüne burada da değinilen– evrendeki kanıtlarıyla tanımaya çalışmalıyız. Diğer bir yoruma göre Allah’ın rahmân ismi, rahmet sıfatı konusunda veya burada sıralanan ilâhî kudretin eserleri hakkında bilgi edinmek için bu konularda bilgi sahibi olan Ehl-i kitap gibi bazı kesimlere başvurulabilir (bu ve daha başka açıklamalar için bk. Zemahşerî, III, 102).
Onlara, “Rahmân’a secdeye kapanın denildiğinde “Rahmân da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?” derler ve bu onların nefretini artırır.
Her ne kadar Zemahşerî, Mekke Arapları’nın Rahmân ismi konusunda bilgilerinin olmayabileceğini söylüyorsa da (III, 102), aslında Mekkeliler’in rahmân ismini Allah anlamında kullandıkları bilinmektedir. Nitekim birçok Câhiliye şairinin şiirlerinde bu isme rastlanır (bk. Taberî, I, 131-132). Ya‘kūbî’nin de kaydettiği bir telbiyede yer alan, “Emrine boyun eğdik Allahım, boyun eğdik; sen Rahmân’sın!” anlamındaki ifade de bunu göstermektedir (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap [İslâm’dan Önce Araplar’da Din]”, DİA, III, 316-317). Bu bilgiler dikkate alındığında kendilerine, “Rahmâna secde edin” denildiğinde müşriklerin, “Rahmân da neymiş!” demelerinin gerçek sebebi, Allah’ın Rahmân ismini bilmemeleri değil, İslâm karşısındaki bilinen inatçı ve isyankâr tavırları olmalıdır. Nitekim âyetin devamında onların nefret duygularına işaret edilmesi de bunu göstermektedir.
Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir.
“Yıldız kümeleri” diye çevirdiğimiz bürûc kelimesi, her ne kadar klasik tefsirlerde genellikle eski Grek astronomi-astrolojisinden gelen bilgiler ışığında yorumlanmışsa da (meselâ bk. Râzî, XXIV, 106; Kurtubî, X, 14; Şevkânî, III, 142; IV, 99), Kur’an’ın bu kavramını, modern astronominin verileri ışığında “yıldız kümeleri” veya “galaksiler” olarak anlamak gerekir. Eski tefsirlerde bürûc, “büyük yıldızlar” olarak da açıklanmıştır (bilgi için bk. Hicr
15:16. âyetin tefsiri).
“Işık kaynağı” diye çevirdiğimiz sirâc kelimesi sözlükte “kandil, lamba” anlamına gelir; burada ise güneşi ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yûnus sûresinde (
10:5) güneş ziya (aydınlatıcı, ışık) kavramıyla nitelendirilmiştir. Buna göre Kur’an güneşin, gerek dünyamız gerekse güneş sistemindeki diğer gezegenler için bir ışık kaynağı olduğuna işaret etmektedir.
O, öğüt almak isteyen ve çok şükredici olmayı dileyen kimseler için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir.
“Yıldız kümeleri” diye çevirdiğimiz bürûc kelimesi, her ne kadar klasik tefsirlerde genellikle eski Grek astronomi-astrolojisinden gelen bilgiler ışığında yorumlanmışsa da (meselâ bk. Râzî, XXIV, 106; Kurtubî, X, 14; Şevkânî, III, 142; IV, 99), Kur’an’ın bu kavramını, modern astronominin verileri ışığında “yıldız kümeleri” veya “galaksiler” olarak anlamak gerekir. Eski tefsirlerde bürûc, “büyük yıldızlar” olarak da açıklanmıştır (bilgi için bk. Hicr
15:16. âyetin tefsiri). “Işık kaynağı” diye çevirdiğimiz sirâc kelimesi sözlükte “kandil, lamba” anlamına gelir; burada ise güneşi ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yûnus sûresinde (
10:5) güneş ziya (aydınlatıcı, ışık) kavramıyla nitelendirilmiştir. Buna göre Kur’an güneşin, gerek dünyamız gerekse güneş sistemindeki diğer gezegenler için bir ışık kaynağı olduğuna işaret etmektedir.
Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.
Buraya kadar geçen âyetlerde inkârcıların çeşitli bâtıl inançları; yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah’ın sevdiği kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır. Burada nitelikleri sıralanan “kullar”, belirtilen iyi özellikleri dolayısıyla Allah’ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O’nun rahmân ismine izâfe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple “ibâdü’r-rahmân” tamlamasını “rahmânın has kulları” şeklinde vermeyi uygun bulduk.
“Ağır başlılık” şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde genellikle “sekînet, vakar, rıfk (yumuşaklık), tevazu” ve bu anlamların hepsini içeren hilm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur’an’ın sık sık atıfta bulunduğu, Câhiliye Arabı’nın temel karakteri olan “kibirli, gururlu, zorba” anlamındaki müstekbir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir (meselâ bk. Taberî, XIX, 33; Zemahşerî, III, 103). Âyette müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, “selâm” diyerek, yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma putperest Araplar’ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm’ın karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir. Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanların bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye terimini kısaca “barbarlık”, İslâm terimini de (hilm kavramıyla bağlantılı olarak) “uygarlık” şeklinde açıklamaktadırlar (ayrıntılı bilgi için bk. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 187-207; a.mlf., Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 53-62; Mustafa Çağrıcı, “Cehâlet”, DİA, VII, 218-219). 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet ettikleri, secdeye kapandıkları Allah’a olan inanç ve saygılarıyla âhiret kaygıları bulunmaktadır.
Onlar, Rabblerine secde ederek ve kıyamda durarak geceleyenlerdir.
Buraya kadar geçen âyetlerde inkârcıların çeşitli bâtıl inançları; yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah’ın sevdiği kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır. Burada nitelikleri sıralanan “kullar”, belirtilen iyi özellikleri dolayısıyla Allah’ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O’nun rahmân ismine izâfe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple “ibâdü’r-rahmân” tamlamasını “rahmânın has kulları” şeklinde vermeyi uygun bulduk. “Ağır başlılık” şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde genellikle “sekînet, vakar, rıfk (yumuşaklık), tevazu” ve bu anlamların hepsini içeren hilm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur’an’ın sık sık atıfta bulunduğu, Câhiliye Arabı’nın temel karakteri olan “kibirli, gururlu, zorba” anlamındaki müstekbir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir (meselâ bk. Taberî, XIX, 33; Zemahşerî, III, 103). Âyette müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, “selâm” diyerek, yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma putperest Araplar’ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm’ın karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir. Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanların bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye terimini kısaca “barbarlık”, İslâm terimini de (hilm kavramıyla bağlantılı olarak) “uygarlık” şeklinde açıklamaktadırlar (ayrıntılı bilgi için bk. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 187-207; a.mlf., Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 53-62; Mustafa Çağrıcı, “Cehâlet”, DİA, VII, 218-219). 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet ettikleri, secdeye kapandıkları Allah’a olan inanç ve saygılarıyla âhiret kaygıları bulunmaktadır.
Onlar, şöyle diyenlerdir: “Ey Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır, gerçekten onun azabı sürekli bir helâktir!”
Buraya kadar geçen âyetlerde inkârcıların çeşitli bâtıl inançları; yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah’ın sevdiği kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır. Burada nitelikleri sıralanan “kullar”, belirtilen iyi özellikleri dolayısıyla Allah’ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O’nun rahmân ismine izâfe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple “ibâdü’r-rahmân” tamlamasını “rahmânın has kulları” şeklinde vermeyi uygun bulduk. “Ağır başlılık” şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde genellikle “sekînet, vakar, rıfk (yumuşaklık), tevazu” ve bu anlamların hepsini içeren hilm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur’an’ın sık sık atıfta bulunduğu, Câhiliye Arabı’nın temel karakteri olan “kibirli, gururlu, zorba” anlamındaki müstekbir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir (meselâ bk. Taberî, XIX, 33; Zemahşerî, III, 103). Âyette müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, “selâm” diyerek, yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma putperest Araplar’ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm’ın karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir. Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanların bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye terimini kısaca “barbarlık”, İslâm terimini de (hilm kavramıyla bağlantılı olarak) “uygarlık” şeklinde açıklamaktadırlar (ayrıntılı bilgi için bk. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 187-207; a.mlf., Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 53-62; Mustafa Çağrıcı, “Cehâlet”, DİA, VII, 218-219). 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet ettikleri, secdeye kapandıkları Allah’a olan inanç ve saygılarıyla âhiret kaygıları bulunmaktadır.
“Şüphesiz, ne kötü bir durak ve ne kötü bir konaktır orası.”
Buraya kadar geçen âyetlerde inkârcıların çeşitli bâtıl inançları; yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah’ın sevdiği kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır. Burada nitelikleri sıralanan “kullar”, belirtilen iyi özellikleri dolayısıyla Allah’ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O’nun rahmân ismine izâfe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple “ibâdü’r-rahmân” tamlamasını “rahmânın has kulları” şeklinde vermeyi uygun bulduk. “Ağır başlılık” şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde genellikle “sekînet, vakar, rıfk (yumuşaklık), tevazu” ve bu anlamların hepsini içeren hilm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur’an’ın sık sık atıfta bulunduğu, Câhiliye Arabı’nın temel karakteri olan “kibirli, gururlu, zorba” anlamındaki müstekbir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir (meselâ bk. Taberî, XIX, 33; Zemahşerî, III, 103). Âyette müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, “selâm” diyerek, yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma putperest Araplar’ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm’ın karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir. Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanların bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye terimini kısaca “barbarlık”, İslâm terimini de (hilm kavramıyla bağlantılı olarak) “uygarlık” şeklinde açıklamaktadırlar (ayrıntılı bilgi için bk. Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 187-207; a.mlf., Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 53-62; Mustafa Çağrıcı, “Cehâlet”, DİA, VII, 218-219). 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet ettikleri, secdeye kapandıkları Allah’a olan inanç ve saygılarıyla âhiret kaygıları bulunmaktadır.
Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.
Gerek bu âyette gerekse bundan sonraki âyetlerde “Rahmân’ın has kulları”nın yani müslümanların ne gibi kötülüklerden uzak durdukları anlatılırken dolaylı olarak “Ama ey inkârcılar, siz bunların hepsini yapıyorsunuz” şeklinde örtülü bir eleştiri de getirilmektedir.
Tefsirlerde çoğunlukla israf, nicelikteki aşırılıktan ziyade nitelikteki aşırılık, yani “Allah’ın rızâsına uygun olmayan, O’na isyan sayılan yollara, sağduyunun ve kamu vicdanının uygun bulmadığı şekillerde harcamada bulunmak”; cimrilik ise “imkânları elverdiği halde Allah rızâsına uygun olan yerlere harcama yapmaktan kaçınmak” şeklinde açıklanmıştır. “Mâkul bir denge” diye çevirdiğimiz kavâm kelimesi de “israftan ve cimrilikten uzak olarak gereken yerlere gerektiği kadar harcamada bulunmak” demektir.
Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.
Her türlü iyilik, Allah’ın birliğini kabul edip yalnız O’na kulluk ederek, O’nun hoşnutluğunu gözeterek, herhangi bir çıkar peşinde olmadan, bir ibadet anlayışı ve özverisiyle yapıldığı takdirde Allah katında değer kazanacağı için âyette tevhid inancına vurgu yapılmakta; özellikle bu inançla insan hayatına saygı ve zinadan sakınma yani iffet ve namus duygusu arasında ilişki kurulmakla da imanın ahlâk üzerinde etkili olduğu, imanla ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunduğu ima edilmektedir. Râzî’ye göre âyette insan hayatına saygılı olmanın aslî bir görev, bir ilke; haklı sebeplerle savaşma, nefsi müdafaa gibi haklı durumlarda adam öldürmenin ise istisnaî haller olduğuna işaret edilmiştir (XXIV, 111).
Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedî kalır.
İlgili âyet ve hadislerde iyiliğin karşılığının kat kat fazlasıyla verileceği, fakat kötülüğün cezasının katlanmayacağı bildirilmektedir (Nisâ
4:40; En‘âm
6:160; Şûrâ
42:40; Müsned, I, 227; Buhârî, “Tevhîd”, 35; Müslim, “Îmân”, 203-209). Şu halde –Zemahşerî (III, 105), Râzî (XXIV, 111) gibi bazı müfessirlerin de dedikleri gibi– âyette, belirtilen günahları işleyenlere bunun azabının “kat kat” verileceği bildirilmekle, bir günahın cezasının katlanarak verileceği değil; şirk, katil, zina gibi suçların cezalarının birbirine ekleneceği açıklanmaktadır.
Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Tövbe (tevbe), kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını ifade eder. Kur’an birçok âyette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; –işlenen kötülükten dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili kötülüğün tamamen terkedilmesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla– inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün bâtıl inanç, düşünce, kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir. Burada da ifade buyurulduğu üzere, inkârdan dönüş iman etmekle, kötü amellerden dönüş ise bunların yerine iyi ve erdemli işler yapmakla olur. Ancak bütün bunlar psikolojik bir motife dayanması halinde mümkün olduğu için Hz. Peygamber, “Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir” buyurmuştur (Müsned, VI, 264; İbn Mâce, “Zühd”, 30). 70. âyette Allah Teâlâ’nın, bu şekilde tövbe eden birinin günahlarını (seyyiât) iyiliğe (hasenât) dönüştüreceği ifade buyurulmuştur. Tefsirlerde âyetin bu son ifadesi genellikle üç şekilde yorumlanmıştır: a) Allah, onların tövbe etmezden önce işledikleri kötülüklerden doğan günahlarını sevaba çevirir ve kıyamet gününde bu kötülüklere iyilikmiş gibi karşılık verir (meselâ bk. Taberî, XIX, 47-48). Bu yoruma göre tövbe sayesinde günah, sadece affedilmekle kalmıyor, aynı zamanda sevaba dönüşmüş oluyor. Bu yorum aşırı bulunarak âyete bizim tercih ettiğimiz şu anlam da verilmektedir: b) Allah, onların tövbe etmezden önceki kötü hallerini tövbe ettiklerinde iyi hallere çevirir ve onlar bundan böyle inkâr yerine iman ederler, isyan ve günah yerine itaat ve takvâya yönelirler; tövbe etmezden önce kötü insan iken tövbe sayesinde Allah’ın da yardımıyla iyi insan, iyi mümin olurlar (Zemahşerî, III, 105; Râzî, XXIV, 112). c) Şevkânî, bazı sahâbîlerin ve daha başka âlimlerin, âyetin bu cümlesi hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetler: Buradaki “değiştirme ve çevirme” (tebdîl), sadece “affetme” anlamına gelir. Yani Allah onların söz konusu günahlarını affedecektir, yoksa onları iyiliklere çevirmeyecektir (IV, 103). Bununla beraber son iki yorum arasında bir fark görülmemektedir. Affedilenlerin cezalarının kaldırılması, âkıbetlerinin kötüden iyiye çevrilmesidir.
Kim de tövbe eder ve salih amel işlerse işte o, Allah’a, tövbesi kabul edilmiş olarak döner.
Tövbe (tevbe), kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını ifade eder. Kur’an birçok âyette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; –işlenen kötülükten dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili kötülüğün tamamen terkedilmesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla– inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün bâtıl inanç, düşünce, kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir. Burada da ifade buyurulduğu üzere, inkârdan dönüş iman etmekle, kötü amellerden dönüş ise bunların yerine iyi ve erdemli işler yapmakla olur. Ancak bütün bunlar psikolojik bir motife dayanması halinde mümkün olduğu için Hz. Peygamber, “Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir” buyurmuştur (Müsned, VI, 264; İbn Mâce, “Zühd”, 30). 70. âyette Allah Teâlâ’nın, bu şekilde tövbe eden birinin günahlarını (seyyiât) iyiliğe (hasenât) dönüştüreceği ifade buyurulmuştur. Tefsirlerde âyetin bu son ifadesi genellikle üç şekilde yorumlanmıştır: a) Allah, onların tövbe etmezden önce işledikleri kötülüklerden doğan günahlarını sevaba çevirir ve kıyamet gününde bu kötülüklere iyilikmiş gibi karşılık verir (meselâ bk. Taberî, XIX, 47-48). Bu yoruma göre tövbe sayesinde günah, sadece affedilmekle kalmıyor, aynı zamanda sevaba dönüşmüş oluyor. Bu yorum aşırı bulunarak âyete bizim tercih ettiğimiz şu anlam da verilmektedir: b) Allah, onların tövbe etmezden önceki kötü hallerini tövbe ettiklerinde iyi hallere çevirir ve onlar bundan böyle inkâr yerine iman ederler, isyan ve günah yerine itaat ve takvâya yönelirler; tövbe etmezden önce kötü insan iken tövbe sayesinde Allah’ın da yardımıyla iyi insan, iyi mümin olurlar (Zemahşerî, III, 105; Râzî, XXIV, 112). c) Şevkânî, bazı sahâbîlerin ve daha başka âlimlerin, âyetin bu cümlesi hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetler: Buradaki “değiştirme ve çevirme” (tebdîl), sadece “affetme” anlamına gelir. Yani Allah onların söz konusu günahlarını affedecektir, yoksa onları iyiliklere çevirmeyecektir (IV, 103). Bununla beraber son iki yorum arasında bir fark görülmemektedir. Affedilenlerin cezalarının kaldırılması, âkıbetlerinin kötüden iyiye çevrilmesidir.
Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.
“Asılsız şeylere şahitlik etmezler” ifadesi, çoğunlukla “yalancı şahitlik yapmazlar” şeklinde açıklanmıştır. Yalancı şahitlik, İslâm’ın büyük günahlardan biri saydığı ve kesinlikle yasakladığı fenalıklardan biridir. Nitekim Hz. Peygamber yanındakilere, “Büyük günahların da en büyüğü olan günahların ne olduğunu size söyleyeyim mi?” diye sormuş; “Buyurun yâ Resûlellah” demeleri üzerine bunları, “Allah’a ortak koşmak, ana babaya âsi olmak ve yalancı şahitlik yapmak” şeklinde sıralamış; özellikle sonuncusunu birkaç defa tekrar ederek bu hususta yanındakileri uyarmıştır (Buhârî, “Şehâdât”, 10; Müslim, “Îmân”, 143).
Âyetin bu kısmı, “O iyi kullar, asılsız şeylerin konuşulduğu bir yerde, yalancıların ve günahkârların meclislerinde durmazlar, bu tür kötülüklerin, tertiplerin içinde yer almazlar” şeklinde de açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 105; İbn Kesîr, VI, 140). Esasen bu yorum yalancı şahitliği de içermektedir; ayrıca âyetin devamı da bu yorumu destekler mahiyettedir. Bu sebeple meâlinde ilgili cümleyi, “Asılsız şeylere şahitlik etmezler” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.
Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.
Zemahşerî bu âyeti açıklarken, Allah’ın âyetleri okunduğu sırada insanların iki türlü tavır sergilediklerini belirtir: Bir grup vardır ki bunlar, Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda, hatırlatıldığında canla başla ona yönelirler; kulaklarını, gözlerini ve gönüllerini o âyetlere açarlar; bir kesim daha vardır ki, onlar da okunanı ve okuyanı dinliyor gibi görünseler de dinlemekten uzaktırlar (III, 105). Kur’an, insanların din ve dünya hayatları, bireysel ve toplumsal davranışları için bir hidayet rehberidir; insanın inanç, duygu, düşünce ve eylem dünyasını doğru, erdemli ve insanca bir yapıya kavuşturmasını sağlayan, ruhunu ve hayatını aydınlatan, zenginleştiren ilkeler, değerler sistemidir. Bu da öncelikle Kur’an’dan yararlanma niyetine, azim ve iradesine, bu husustaki içtenliğe; ikinci olarak da onun doğru okunması, doğru anlaşılması için zorunlu olan bilgi donanımına, kültürel birikime sahip olmayı gerektirir. Bunlardan ilki Kur’an’dan yararlanmanın ahlâkî şartı, ikincisi de zihnî şartıdır. Bu şartlardan ikisini de taşımayanların Kur’an’ı okuyup dinlemeleri âyette körlerin ve sağırların durumuna benzetilmiştir.
Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir.
Müfessirler, “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet” duasındaki mutluluğun fiziksel güzelliklerle ilgisi bulunmadığını, burada inancı ve yaşayışıyla iyi ve erdemli eşlerin ve çocukların kastedildiğini önemle belirtirler. Bu isteklerin âhirete yönelik olduğunu ileri sürenler bulunmuşsa da bu görüş isabetli görülmemektedir.
Sûrenin buraya kadar açıklanan son bölümünde “Rahmân’ın has kulları”nın bazı güzel nitelikleri sıralanmıştır. Kuşkusuz Kur’an’ın insana ve insanlığa kazandırmak istediği güzellikler bunlardan ibaret değildir. 74. âyetin, “Bizi sana saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap” şeklinde çevirdiğimiz son cümlesi, takvâ kavramı kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah’ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah’a saygı ve O’nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyâdır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur’an’daki adı takvâdır. Buna göre âyet, her müminin önüne takvâda, yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en ileride, önde ve örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır.
İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır.
Müfessirler, “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet” duasındaki mutluluğun fiziksel güzelliklerle ilgisi bulunmadığını, burada inancı ve yaşayışıyla iyi ve erdemli eşlerin ve çocukların kastedildiğini önemle belirtirler. Bu isteklerin âhirete yönelik olduğunu ileri sürenler bulunmuşsa da bu görüş isabetli görülmemektedir. Sûrenin buraya kadar açıklanan son bölümünde “rahmânın has kulları”nın bazı güzel nitelikleri sıralanmıştır. Kuşkusuz Kur’an’ın insana ve insanlığa kazandırmak istediği güzellikler bunlardan ibaret değildir.74. âyetin, “Bizi sana saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap” şeklinde çevirdiğimiz son cümlesi, takvâ kavramı kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah’ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah’a saygı ve O’nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyâdır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur’an’daki adı takvâdır. Buna göre âyet, her müminin önüne takvâda, yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en ileride, önde ve örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır.
Orada ebedî kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir konaktır!
Müfessirler, “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet” duasındaki mutluluğun fiziksel güzelliklerle ilgisi bulunmadığını, burada inancı ve yaşayışıyla iyi ve erdemli eşlerin ve çocukların kastedildiğini önemle belirtirler. Bu isteklerin âhirete yönelik olduğunu ileri sürenler bulunmuşsa da bu görüş isabetli görülmemektedir. Sûrenin buraya kadar açıklanan son bölümünde “rahmânın has kulları”nın bazı güzel nitelikleri sıralanmıştır. Kuşkusuz Kur’an’ın insana ve insanlığa kazandırmak istediği güzellikler bunlardan ibaret değildir.74. âyetin, “Bizi sana saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap” şeklinde çevirdiğimiz son cümlesi, takvâ kavramı kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah’ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah’a saygı ve O’nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyâdır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur’an’daki adı takvâdır. Buna göre âyet, her müminin önüne takvâda, yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en ileride, önde ve örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır.
(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.”
Sûrenin son cümlesi, özel olarak Allah’ı bırakıp elleriyle yaptıkları düzmece tanrılara tapanlara; genelde ise yukarıda belirtilen gerçek dindarlıktan uzak, nefsânî tutkularını veya çeşitli fâni varlıkları, nesneleri, makam ve mevkileri Allah’a kul olmanın üstünde tutanlara, Allah’ı bırakıp onlara kul olanlara yönelik veciz bir uyarıdır. Buna göre insanın değeri, yalnız Allah’a kul olup O’nun dışındaki şeyler karşısında özgürleşmektedir. İnsan için en büyük suç ise –ister sözleriyle olsun, ister eylemleriyle olsun– ona kendi benliğini, gerçek insanlığını ve gerçek insanlık değerini, izzetini, onurunu kazandıracak temel kaynak olan Allah’ın dinini asılsız saymasıdır; insanoğlu yoldan çıkmışlığını sürdürdükçe dünya ve âhirette türlü şekillerde cezalandırılmaktan yakasını kurtaramayacaktır; sûrenin son uyarısı budur.