Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar.
Sûre, her yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanlara bildirmekle başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı ulûhiyyet vasfı yalnızca O’na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine yardım ettiğini düşündükleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Nitekim Uhud Savaşı’nda kısmî bir başarı sağlayan müşriklerin kumandanı Ebû Süfyân, bu başarıyı putlarından bilerek müslümanlara karşı “Şanın yüce olsun Hübel! (müslümanlara seslenerek) Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok” diyerek övünmüştü (Buhârî, “Megāzî”, 17). Ayrıca nimet ve yardım kimden gelirse gelsin, asıl nimet sahibinin Allah Teâlâ olduğunu düşünerek öncelikle O’na hamd ve teşekkür etmek gerektiğine de işaret edilmiştir.
Yüce Allah bütün mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yaratıcısı olduğu halde âyette O’nun, yer ve gökleri, karanlıkları ve ışığı yaratan olduğu hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü “yer” ve “gökler”, diğer yaratılmışları da kapsayan en kuşatıcı kavramlardır. Ayrıca realiteler âleminin pek çok nitelikleri bulunmakla birlikte, bunlar içinde bütün insanların en kolay ve yakından algılayabildikleri, genel olarak varlık kavramından sonra insan zihninin en temel gerçekler olarak farkına vardığı durumlar ışık ve karanlıktır. Nitekim ışık ve karanlığın varlık âlemiyle yakın ilgisinden dolayı bazı eski felsefî akımlarda ışık varlığın ilkesi, karanlık da yokluğun ilkesi sayılmış; yine bazı eski Doğu dinlerinde, özellikle Maniheizm’de biri “ışık tanrısı”, diğeri “karanlıklar tanrısı” olmak üzere iki tanrı kabul edilmiştir ki, söz konusu âyette ışığı da karanlıkları da yaratanın sadece Allah olduğu belirtilerek bu iki tanrı inancı reddedilmektedir. Öte yandan Hz. Îsâ ve Rûhulkudüs’e ulûhiyyet isnat eden Hıristiyanlık’la birlikte, insanlık tarihinde önemli bir yer tutmuş olan yıldız-gezegen kültüne dayalı paganist inançlar da çürütülmüş; böylece her ne suretle olursa olsun, rablerine eş koşan, başka varlıkları O’nun ulûhiyyetine denk tutarak fâni şeylere tanrı gibi sarılıp bunlara kul olan bütün zümreler tevhid ilkesinden saptıkları için “kâfirler” diye nitelenmiştir. Bu arada karanlıklar kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir. Nitekim birtek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur), birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade edilmiştir.
O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir. (Kıyametin kopması için) belirlenmiş bir ecel de O’nun katındadır. Siz ise hâlâ şüphe ediyorsunuz.
Varlığının başlangıcından sonuna kadar insanın da yüce Allah’ın yaratma, takdir ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmek üzere “Sizi bir çamurdan yaratan O’dur” buyurulduktan sonra iki ayrı “ecel”den söz edilmektedir.
Müfessirler insanın “çamurdan” yaratılmasına iki değişik yorum getirmişlerdir:
a) Bütün insanların atası olan Hz. Âdem çamurdan yani topraktan yaratıldığına göre onun soyu da esas itibariyle topraktan gelmektedir.
b) Her insanın oluşumu, alınan besinler yoluyla toprağa dayanır. Çünkü hayatın temel ögesi olan kan besinlerden, besinler de doğrudan veya dolaylı yollarla topraktan gelmektedir.
İnsanın yaratılmasına dikkat çekilmesinin sebebi, ba‘si (yeniden dirilme) inkâr eden müşriklere, insanı topraktan yaratan yüce kudretin onu ölümünden sonra tekrar döndüğü bu aslî varlığından yeniden yaratmaya da muktedir olduğunu bildirmektir. Âyetin diğer bir önemli yönü de topraktan canlıların en mükemmeli olan insanın yaratılmasındaki hârikulâde olaya işaret edilmesidir. Arz yaratıldığı zaman üzerinde “hayat”tan eser yoktu. Yok kendi kendini var edemez. Toprakta canı var eden ve onu “insan” yapan; insanda ruhu, aklı, irfanı yaratan yüce Allah’tır. Çünkü gelişmenin her safhasında O alîm, hakîm ve rahîm olan Allah’ın yaratma fiili bulunmaktadır. Bu sebeple yoktan varlığın, basitten bileşiğin, cansızdan canlının, şuursuz tabiattan zekânın kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktan daha bâtıl bir inanç olamaz.
Gerek bu gerek diğer ilgili âyetlerde Allah’ın varlığını ve birliğini, eşsiz kudret ve hikmetli yaratışını ispatlamak için insanın yaratılışına dikkat çekilmesi son derece önemlidir. Zira bütün evrenin bilebildiğimiz en büyük olayı hayatın ortaya çıkışıdır. Bütün varlıklar içinde akıl sahibi tek canlı insan olduğu için o, evrenin göz bebeğidir. Eğer bilim kâinatta dünyadakinden başka bir canlı ve akıllı varlık keşfederse, hiç kuşkusuz ki bu, bütün keşiflerin en muhteşemi olacaktır. Halen bilinen gezegenlerin hiçbirinde canlı ve akıllı varlığa rastlanmadığı için dünyamız değerini ve eşsizliğini korumaktadır. Bu değer, canlılardan özellikle de insandan gelmektedir. Fakat bu canlılar ve insan nasıl oluştu? Neden dünyaya en yakın olan ve –Kur’an-ı Kerîm’de de işaret buyurulduğu gibi (Enbiyâ
21:30)– bir zamanlar dünyamızla bitişikken sonradan ayrılan diğer semavî kürelerde hayat yok da dünyada var? Bunlara verilebilecek her ilmî cevap yeni sorularla karşılaşır. İlletsiz hiçbir hadise meydana gelemeyeceğine göre, kendi kendine üreme, oluşma (génération spontanée) imkânsız bulunduğuna göre yaratılış illetinin, tabiatın dışında ve üstünde bir güç olması gerektiği, yine yaratılış eşsiz bir düzen ve anlam taşıdığına göre onu yaratanın da mükemmel, sonsuz, ilim ve hikmet sahibi olması gerektiği, mutlak bir gerçektir ve bütün yaratılmışlar, özellikle de hayat, akıl ve zekâ sahibi insanın varlığı, her bir insanın baştan sona yaratılışı, gelişmesi bunun en kesin ve açık delilidir. Diğer canlılar gibi insan da çamurdan, yani topraktan meydana gelmiştir. Bunun nasıl olduğunu, hangi gücün tesiriyle meydana geldiğini deneysel olarak bilemiyorsak da kutsal kitabımız bunun hakiki fâilini, yapıp yaratanını bize bildirmekte; aklımız da bâtıllardan arındığında bu gerçeği açık seçik kavrayabilmektedir.
Âyette iki defa zikredilen ecel kelimesi sözlükte “bir sürenin sonu” anlamına gelir. Âyetteki iki ecelden nelerin kastedildiği hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:
a) İlk ecel ölüm vakti, ikinci ecel kıyamet vakti.
b) İlk ecel yaratılışla ölüm arası, ikinci ecel ölümle ba‘s arasındaki süre (berzah) veya bu sürenin sonu.
c) İlk ecel ömrünün süresi kesin olanların ve bu sürenin sonunda ölenlerin eceli, ikinci ecel sıla-i rahim (akraba ziyaretleri), sadaka gibi bazı hayırlı işler yaptıkları için ömürleri uzatılacak olanların eceli.
d) İlk ecel insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının sona ermesi (tabii ecel), ikincisi vücut fonksiyonlarının tamamı henüz sağlıklı ve yaşamaya elverişli iken boğulma, yangın gibi kazalar ve dış sebeplerle hayatın son bulması (ihtiramî ecel).
Fahreddin er-Râzî’nin filozoflara nisbet ettiği (XII, 153-154) bu son görüş, M. Hamdi Yazır’ın da belirttiği gibi, sağlığa önem vermeyi, gerektiğinde tedavi olmayı, tehlikelerden korunmayı öngörmesi açısından yararlı olmakla birlikte, buradan, bir insanın ölümüyle ilgili iki farklı ecel bulunduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Olsa olsa bir insanın, ya tabii veya ihtiramî olmak üzere bir tek ecelinin olduğu söylenebilir. Bunlardan hangisi vuku bulmuşsa Allah’ın takdir ettiği ecel odur; dolayısıyla diğerinin vuku bulması imkânsızdır.
Zemahşerî (II, 3), yukarıda sıralanan ecelle ilgili görüşlerden ilkini; Şevkânî (II, 114), İbn Âşûr (IV, 130-131), M. Hamdi Yazır (III, 1874-1877) gibi bazı müfessirler de ikincisini tercih etmişlerdir. İbn Âşûr, bunun gerekçesini âyette, ikinci ecelle ilgili olarak, bu ecelin “Allah katında belirlenmiş” olduğu, yani insanlar tarafından bilinemeyeceği şeklindeki kayda dayandırır. Buna göre ilk ecel her bir insanın ömrüdür; çünkü kişi öldüğünde insanlar onun ne kadar süre yaşadığını bilirler. İkinci ecel, yani insanların ölümüyle ba‘s arasında geçen sürenin miktarını ne dünyada ne de kıyamet gününde Allah’tan başka kim bilebilir?
Âyetin sonunda “Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz” ifadesiyle müşriklere hitap edilmiştir. Çünkü bu ifadede bir tenkit ve tehdit vardır; müminler âyetlerde bildirilen gerçeklere inandıklarından, burada onların kastedildiği düşünülemez.
Burada insanın yaratılışının semâvat ve arzın yaratılışıyla ilgili ifadelerden sonra zikredilmesi, önce –İslâm düşünürlerinin deyimiyle– “büyük âlem”in, ardından da “küçük âlem”in yaratıldığını belirtmek içindir. Bu şekilde insanın yaratılışına dikkat çekilmesinin sebebi, kâfirlerin ba‘si inkâr etmeleri, dolayısıyla onları, müşahede ettikleri, bildikleri bu gerçeği göz önüne alarak ba‘sin mümkün olduğunu düşünmeye davet etmektir. İbn Âşûr, ilk yaratılışa inanan müşriklerin ikinci yaratılışa da (ba‘s) inanmalarının aklen gerekli olduğuna şu şekilde dikkat çeker: Âyette insanların “çamurdan” yaratıldığı özellikle belirtilerek “İnsan toprak olduktan sonra tekrar insan olarak yaratılması imkânsızdır” şeklinde ileri sürdükleri delil çürütülmek istenmiştir. Zira müşrikler insanın öldükten sonra toprağa düştüğünü kabul ediyorlar; ayrıca topraktan yaratıldığını da benimsiyorlar; şu halde ikinci defa yine topraktan yaratılması neden imkânsız olsun?
Hâlbuki O, göklerde de Allah’tır, yerde de. Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. Sizin daha ne kazanacağınızı da bilir.
Allah, göklerin de yerin de mutlak hâkimi, yaratıcısı ve yöneticisidir. O, hem ilâhtır hem de rabdir; yani her şeyi yapıp yönettiği gibi bütün evren ve evrendekiler O’nun yasalarına boyun eğer, bu suretle farkında olarak veya olmayarak O’na kulluk ve itaat eder; aslında inkâr edenler bile O’nun yasalarının dışına çıkamazlar. İlm-i ilâhîsi ile de O her şeyi kuşattığı gibi, –bilmeli ve dikkatli olmalıyız ki– bizim gizlimizi açığımızı, ne yapıp ne ettiğimizi de hep bilmektedir.
Onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki ondan yüz çevirmesinler.
Burada geçen âyet, bilhassa Allah’ın tek tanrı olduğuna delâlet eden kanıtlar, Hz. Peygamber’in verdiği haberlerin, özellikle vahdâniyetle (Allah’ın birliği) ilgili bilgilerin doğruluğunu gösteren ve müşrikleri, fesahat ve belâgatta bir örneğini ortaya koymaktan âciz bırakan Kur’an âyetleri veya Resûlullah’ın Kur’an dışındaki mûcizeleri şeklinde tefsir edilmiş; “âyetlerden yüz çevirme” ise Mekke putperestlerinin göze hitap eden mûcizeleri reddetmeleri, Kur’an-ı Kerîm’i dinlemeye tahammül edemeyip ona kulak vermekten veya onu dinledikleri halde sırf inat ve kibirlerinden ötürü onun bir mûcize ve gerçek olduğunu itiraftan kaçınmaları şeklinde açıklanmıştır. “Alay ettikleri şeyin haberleri” ise, kıyametin vukuu ve âhiret azabı veya İslâm’ın doğması ve isminin yükselmesi sırasında şirkin ve küfrün çöküşü ya da inkârcıların müslümanlar karşısındaki hezimetleriyle ilgili olarak Kur’an’ın verdiği haberlerdir. Bu bilgiler ışığında bu âyetler şu şekilde açıklanmıştır:
O müşriklere ve inkârcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya mûcize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyetlerden yüz çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi olarak zihin yormadan, akıllarını kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler. İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mûcizelerin en yücesi ve en şereflisi olan hak yani Kur’an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr etmişlerdir. Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur’an’ın bildirdiği haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm’ın doğuşu ve onun adının yükselişi sırasında inkârcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına varacaklardır!
Nitekim hak (Kur’an) kendilerine gelince onu yalanladılar. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri kendilerine ilerde gelecektir.[168]
Hicretten sonra İslâm’ın devlet olması, Bedir zaferi, İslâm’ın fütuhatı ve yayılması, o gün için hayal bile edilmiyor, İslâm alay konusu oluyordu. Âyet, önceden bu tarihî gelişmelerin haberini veriyor, İslâm’la alay edenlerin ahirette beklenmedik şekilde karşılarına çıkacak azaba da işaret ediyor.
Burada geçen âyet, bilhassa Allah’ın tek tanrı olduğuna delâlet eden kanıtlar, Hz. Peygamber’in verdiği haberlerin, özellikle vahdâniyetle (Allah’ın birliği) ilgili bilgilerin doğruluğunu gösteren ve müşrikleri, fesahat ve belâgatta bir örneğini ortaya koymaktan âciz bırakan Kur’an âyetleri veya Resûlullah’ın Kur’an dışındaki mûcizeleri şeklinde tefsir edilmiş; “âyetlerden yüz çevirme” ise Mekke putperestlerinin göze hitap eden mûcizeleri reddetmeleri, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeye tahammül edemeyip ona kulak vermekten veya onu dinledikleri halde sırf inat ve kibirlerinden ötürü onun bir mûcize ve gerçek olduğunu itiraftan kaçınmaları şeklinde açıklanmıştır. “Alay ettikleri şeyin haberleri” ise, kıyametin vukuu ve âhiret azabı veya İslâm’ın doğması ve isminin yükselmesi sırasında şirkin ve küfrün çöküşü ya da inkârcıların müslümanlar karşısındaki hezimetleriyle ilgili olarak Kur’an’ın verdiği haberlerdir. Bu bilgiler ışığında bu âyetler şu şekilde açıklanmıştır: O müşriklere ve inkârcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya mûcize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyetlerden yüz çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi olarak zihin yormadan, akıllarını kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler. İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mûcizelerin en yücesi ve en şereflisi olan hak yani Kur’an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr etmişlerdir. Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur’an’ın bildirdiği haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm’ın doğuşu ve onun adının yükselişi sırasında inkârcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına varacaklardır!
Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.
Başka âyetlerde de geçen ve “nesiller” diye çevirdiğimiz karn kelimesinin iki anlamı vardır: a) Bir dönemde yaşamış millet, kavim, nesil, kuşak. b) Uzun bir süreyi kapsayan dönem, asır, yüzyıl. Kelime bu âyette ilk anlamıyla kullanılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in “Nesillerin (kurûn) en hayırlısı benim neslim (karn), sonra bunları izleyenler, sonra da bu sonuncuları izleyen nesildir” mânasındaki hadisinde de karn bu ilk anlamında geçmektedir (Buhârî, “Şehâdât”, 9; Tirmizî, “Fiten”, 45). Bazı tefsirlerde gök anlamındaki sema kelimesinin bu âyette “yağmur” mânasına geldiği belirtilmiştir (meselâ bk. İbn Âşûr, VII, 139).
Bu âyette özel olarak müşrik Araplar’dan söz edilmekle birlikte umumiyetle bâtıl inançlara sapan, kötülüklere dalan ve bu suretle topyekün helâke müstahak olan her millet için bir tehdit ve uyarı olmak üzere şöyle buyurulmuş olmaktadır: O kendi güçlerine güvenerek inkârcılıkta, haksızlık ve bâtılda direnenler, geçmiş milletlerin kalıntılarını, tarihî izlerini inceleyip öğrenerek, bizim (sonsuz kudret sahibi yüce Allah) nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, yeryüzünde size verdiğimizden daha fazlasını vermiş; onları bol yağmuruyla, bolluk ve bereketiyle cennet gibi ülkelere sahip kılmıştık; onlar bu ülkeleri vatan tutup medeniyetler kurmuşlardı. Sonra da günahları yüzünden onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller, nice milletler meydana getirdik. Şimdi, sizden daha güçlü olan bu milletleri tarihten silen yüce kudretin sizi helâk etmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?
Âyet-i kerîme güçlerine, servetlerine, sahip oldukları diğer bedenî ve maddî imkânlara aldanarak Allah’a âsi olan, şımaran, ellerindeki her şeyi kendisine borçlu bulundukları rablerini unutarak dalâlete sapıp azgınlaşan, günahlara boğulan toplumlara karşı genel bir tehdit ve uyarıdır.
Kur’an-ı Kerîm’de bu tarihî tecrübeye büyük önem verilmiş; çeşitli vesilelerle eski milletlerin hayatları ve âkıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulümleri, azgınlaşıp isyan etmeleri yüzünden helâk edildikleri ve böylece tarih sahnesinden silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini felâketlerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri istenmiştir. Âd, Semûd gibi çok eski dönemlerde yaşamış kavimler yanında, daha yakın çağlardaki birçok devletin, imparatorluğun çöküşü veya tarihten silinişinin temelinde de aynı olumsuz sebeplerin yattığında kuşku yoktur.
(Ey Muhammed!) Eğer sana kâğıda yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, yine o inkâr edenler, “Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir” diyeceklerdi.
Kur’an-ı Kerîm’in başka yerlerinde de belirtildiği üzere müşrikler, Hz. Peygamber’in ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli bulmamış, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap (İsrâ
17:93) veya “açılmış sahîfeler” (Müddessir
74:52) indirilmesini istemişlerdi. Aslında onlar bu istekleriyle güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmayı amaçladıklarından, âyette, onların bu tür istekleri yerine getirilse ve kendilerine kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirilse bile, yine de inanmayacakları, bunun apaçık bir büyü olduğunu iddia edecekleri açıklanarak gerçek niyetleri yüzlerine vurulmaktadır. Zira Hz. Hatice, Ebû Bekir, Ömer ve diğer samimi insanlar Resûlullah’ın dürüstlüğünü, Kur’an âyetlerinin ihtiva ettiği açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman etmişler; buna karşılık nefislerinin gururuna kapılan, Kur’an’ın getirdiği ilkelerin, kendilerinin veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen inatçı kimseler ise çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bulamadıkları için Kur’an’ın “bir büyü” (En‘âm
6:7), Hz. Peygamber’in de “bir kâhin veya mecnun” (Tûr
52:29) olduğu yönünde hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır.
Bir de dediler ki: “Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!” Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı. (Hemen helâk edilirlerdi.)
Müşrikler görünüşte ilâhî vahyin geliş tarzını inandırıcı bulmadıkları için, hakikatte ise sırf inat ve taassuplarından dolayı başka bir istekte bulunmuşlar, Hz. Muhammed’i kastederek, “Ona bir melek inseydi ya!” demişlerdir. Aslında Hz. Peygamber’e melek inmekle birlikte, müşrikler onun hakiki suretinde gelip Hz. Peygamber’le dolaşmasını ve bunu gözleriyle görmeyi istiyorlardı. Âyetin devamında yüce Allah “Eğer biz (istedikleri şekilde) bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet verilmezdi” buyurarak onların bu talebini de reddetmiştir. Tefsirlerde âyetin bu kısmıyla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
a) Zemahşerî “iş bitirilirdi” ifadesini “Onlar helâk edilirlerdi” şeklinde yorumlamakta ve bunu da şu gerekçeye bağlamaktadır: Meleği görmelerinden sonra –âyette de belirtildiği gibi– artık onlara mühlet verilmezdi; ya meleğin kendi suretinde Resûlullah’a geldiğini ayan beyan gördükleri halde yine de iman etmeyecekleri için veya melek gelip de artık her şey apaçık kesinlik kazanınca yükümlülüğün esası olan ihtiyar (seçme özgürlüğü) ortadan kalkacağı için helâk edilmeleri gerekli olurdu; ya da meleği kendi suretinde gördükleri anda, gördüklerinin verdiği dehşetten dolayı ruhları bedenlerinden ayrılır, yani ölüverirlerdi. Çünkü “şiddetin âniden zuhuru, şiddetin kendisinden daha dehşet vericidir” (II, 4-5).
b) Şevkânî’ye göre müşrikler “Ona bir melek indirilseydi ya!” derken meleğin aslî suretiyle gelerek kendileriyle konuşur, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kendilerine bildirirse ona inanıp tâbi olacaklarını söylüyorlardı. Oysa Allah biliyordu ki, onlara böyle bir melek gelmiş olsa yine de iman etmeyecekler ve bunun sonucunda derhal helâk edilmeye müstahak olacaklardı (II, 117).
c) Elmalılı M. Hamdi’ye göre eğer melek kendi suretinde gelip de hakikat itiraza mahal kalmayacak şekilde apaçık ortaya çıksaydı, artık Hz. Peygamber’in haber verdiği azap hemen uygulanırdı. Özellikle vahiy meleği Cebrâil’i, sıradan insanlar şöyle dursun, peygamberlerden bile pek azı asıl varlığıyla görebilmiştir (III, 1880-1881; ayrıca bk. Necm
53:1-18; Buhârî, “Tefsîr”,
53:1-2). Ayrıca Hz. Muhammed’in dahi vahiy esnasında büyük bir dehşet ve sıkıntı hali yaşadığına ilişkin hadisler vardır (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 2-3) .
Hz. Peygamber’in özellikle ilk vahyi aldığı sırada yaşadığı olağan üstü sarsıntıya Kur’an-ı Kerîm de işaret etmektedir (Müzzemmil
73:1; Müddessir
74:1).
d) İbn Âşûr ise “İş bitirilmiş olurdu” ifadesini “Tehdit edildikleri azap gerçekleştirilirdi” anlamında açıklamıştır. Zira Allah’ın gazabına uğrayan bir topluma melekler ancak azap getirmek için inerler. Nitekim Lût kavminin durumu bunu göstermektedir (A‘râf
7:80-84). Muhtemelen Allah Teâlâ melekleri hak uğruna müsamahasız bir sertlik ve öfke tabiatında yaratmıştır (IV, 145). Aynı müfessir ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın müşriklerin, aslında mahvolmalarına yol açacak olan bu taleplerini cezalandırmamasını, O’nun inkârcılara karşı bir rahmeti şeklinde yorumlamamak gerektiğini savunuyorsa da bu görüşün isabetli olduğu kanaatinde değiliz. Zira âyette de dolaylı olarak belirtildiği gibi Allah onlara mühlet vermiş ve bu sayede daha sonra bazıları İslâm’ı kabul etme şerefine ermişlerdir ki, bunlar arasında bu sûrenin 7. âyetinin inmesine sebep olduğu rivayet edilen Abdullah b. Ebû Ümeyye de vardır. Hatta bu zat daha sonra Tâif’te şehid düşmüştür (Elmalılı, III, 1180).
Eğer onu (Peygamberi) bir melek kılsaydık yine onu bir adam (suretinde) yapardık[169] ve onları yine içinde bulundukları karmaşaya düşürmüş olurduk.[170]
169. Müşrikler, melekleri kadın suretinde hayal edip böyle inanırlardı. Bu inanışın yanlışlığını vurgulamak üzere, onlara melek gönderilse bile bunun kadın suretinde temsil edilemeyeceği ifade edilmiştir. (Bakınız: Zuhruf sûresi, âyet, 19)170. Kâfirlerin ısrarla istedikleri şekilde peygamber bir melek olsaydı, o melek bir insan suretinde gelecekti. Çünkü sıradan insanların meleği asıl şekliyle görmelerine imkân yoktu. Bu defa onların bu husustaki şüpheleri ve müşkülleri aynen sahnelenmiş olacaktı. Zira peygambere dedikleri gibi ona da, “Sen de bizim gibi bir beşersin, melek olamazsın” diyeceklerdi.
Eğer Allah onlara gönderdiği elçiyi bir melek yapsaydı ya da beşer yerine bir meleği elçi gönderseydi yine onu melek suretinde değil insan görünümünde, hem de –müşriklerin, meleklerin dişi olduğu şeklindeki bâtıl inançlarının aksine– onu “adam sûretinde” göndereceği, bunun sonucu olarak yine onları, bu gelenin gerçekten melek mi yoksa insan mı olduğu hususunda şaşkınlığa düşüreceği bildirilmektedir. Nitekim başka bir âyette ifade edildiği üzere, onlar Kur’an-ı Kerîm için “Bu, insan sözünden başka bir şey değildir” (Müddessir
74:25) demişlerdi. Halbuki tamamen ruhanî varlıklar olan meleklerin insanlara görünmesi ve onlara hitap edebilmesi, ancak cismanî bir görünüme bürünmeleriyle mümkündür. Bu durumda vahyin doğruluğunu, ihtiva ettiği yüksek hakikatlere göre değerlendirmek yerine, onu kendilerine tebliğ edenin melek olmasında arayanlar, bu cismanî görünümlü varlığın insan olduğunu ileri sürerek yine inkâra sapacaklar, şimdi olduğu gibi yine şüphe edeceklerdi.
(Ey Muhammed!) Andolsun, senden önce de birçok peygamber alaya alınmıştı da onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey kuşatıp mahvetmişti.
Müşrikler, gerçeği daha yakından kavramak gibi iyi niyete dayalı sebeplerle değil, sırf Hz. Peygamber’e karşı çıkmak, onunla alay etmek, acze düşürüp itibarını yıkmak maksadıyla bu tür teklifler ileri sürdükleri için 10. âyette Resûlullah’a, kendisinden önceki peygamberlerin de böyle alayla karşılandıkları hatırlatılmakta, fakat başlarına gelen felâketler sonunda alay ettikleri haberlerin ne kadar kesin gerçekler olduğunu acı şekilde anladıkları bildirilmekte; 11. âyette Mekke müşriklerine, dolayısıyla peygamberlik ve vahiy gerçeğinden kuşkuya düşüp inkâr eden, alaya alan herkese, dünyayı gezip dolaşmaları, eskilerin izlerini, kalıntılarını inceleyerek ilâhî hakikatleri yalanlayanların âkıbetlerinin ne olduğunu görmeleri tavsiye edilmektedir.
De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da (Peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir görün.”
Müşrikler, gerçeği daha yakından kavramak gibi iyi niyete dayalı sebeplerle değil, sırf Hz. Peygamber’e karşı çıkmak, onunla alay etmek, acze düşürüp itibarını yıkmak maksadıyla bu tür teklifler ileri sürdükleri için 10. âyette Resûlullah’a, kendisinden önceki peygamberlerin de böyle alayla karşılandıkları hatırlatılmakta, fakat başlarına gelen felâketler sonunda alay ettikleri haberlerin ne kadar kesin gerçekler olduğunu acı şekilde anladıkları bildirilmekte; 11. âyette Mekke müşriklerine, dolayısıyla peygamberlik ve vahiy gerçeğinden kuşkuya düşüp inkâr eden, alaya alan herkese, dünyayı gezip dolaşmaları, eskilerin izlerini, kalıntılarını inceleyerek ilâhî hakikatleri yalanlayanların âkıbetlerinin ne olduğunu görmeleri tavsiye edilmektedir.
De ki: “Şu göklerdekiler ve yerdekiler kimindir?” “Allah’ındır” de. O, merhamet etmeyi kendine gerekli kıldı. Andolsun sizi mutlaka kıyamet gününe toplayacak. Bunda hiç şüphe yok. Kendilerini ziyana uğratanlar var ya, işte onlar inanmazlar.
Bu sûrenin ilk âyetinde gökleri ve yeri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı, 3. âyetinde göklerde ve yerde hükümran olan tek Tanrı’nın O olduğu belirtilmişti. Burada ise göklerde ve yerde bulunanların yalnızca O’nun mülkü olduğu, dolayısıyla rubûbiyyette olduğu gibi mâbûdiyyette de O’nun ortağı bulunmadığı, yalnız O’nun rab olarak bilinmesi ve yalnız O’na ibadet edilmesi gerektiği soru-cevap şeklinde bir üslûpla vurgulanmaktadır. Sorunun tek ve kesin bir cevabı olduğu için hemen arkasından kısa ve net bir şekilde “Allah’ındır” şeklinde cevap verilmesi istenmiştir. Bütün varlıkların yaratıcısı, mâlik ve sahibi Allah olduğuna ve esasen müşrikler de buna inandıklarına göre, bu varlıklar içinde yükümlü tutulanları yani insanları hesaba çekme yetkisi de O’na ait bulunduğu için âyette, kesin olarak vuku bulacak olan kıyamet gününde Allah’ın muhakkak surette insanları hesaba çekmek üzere bir araya toplayacağı bildirilmiştir. Burada ayrıca, bir bakıma varlıkların mebdei (başlangıcı) ve meâdıyla (âkıbeti) ilgili iki bölümün arasına “O kendi üzerine (kulları için) rahmeti yazmıştır” şeklinde bir kayıt konulması özellikle ilgi çekicidir. Bu suretle sanki insanlara şöyle bir uyarıda bulunulmuştur: Diğer bütün varlıklar gibi sizi de Allah yarattı; kıyamet vuku bulup da O’nun huzurunda hesap vermek için toplanmadan önce, hayatta iken Allah’ın kesin olan rahmetinden yararlanmaya bakınız; inanıp hayırlı işler yapınız; bu geniş rahmete nâil olmak için günahlarınızdan tövbe ediniz. Açık seçik delillere rağmen, müşriklerin yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in tebliğlerini yalanlamak için türlü bahaneler ileri sürmek yerine, Allah’ın rahmetinin üzerinizdeki eserlerinden olan aklınızı kullanarak Hz. Peygamber’in doğruluğunu tasdik ediniz. Bunun aksine, geçici menfaatlerine, mânasız inatlarına ve benlik iddialarına kapılarak gerçeği kabule yanaşmayanlar, böylece kendilerini ziyana sokanlar artık iman etmekten de mahrum kalırlar ve sonuçta Allah’ın çok geniş olan rahmetinden yararlanma fırsatını kaçırmış, kendi kendilerine yazık etmiş olurlar.
Gece ve gündüzde barınan her şey O’nundur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Bu âyette de Allah’ın hükümranlığı teyit edilerek göklerde ve yerde bulunanlar gibi gece ile gündüzde barınan her şeyin yani bütün zaman kategorisine giren varlıkların da Allah’ın mülkünden olduğu; Allah’ın, ister gecenin karanlığında, ister gündüzün aydınlığında olsun, her varlığı, her olup biteni kesin olarak duyup bildiği ifade edilmiştir.
De ki: “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, beslediği hâlde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim.” De ki: “Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).”
“Dost” diye çevirdiğimiz velî ve “yoktan var eden” diye çevirdiğimiz fâtır, esmâ-i hüsnâdan olup ilki Allah’ın yönetici, yardımcı ve dost olduğunu; ikincisi de yapıp yaratan, yokluktan varlık sahnesine çıkaran olduğunu ifade eder. Bu âyette yüce Allah kısaca “yediren ama yedirilmekten münezzeh olan” şeklinde tavsif edilerek bütün varlıkların rızıklarını, ihtiyaçlarını karşılarken kendisinin yedirilmekten, ihtiyaçtan münezzeh olduğu ifade buyurulmuştur. Çünkü bütün uydurma tanrılar aslında birer hiç olup kendi bağlılarınca beslendikleri, desteklendikleri, büyültüldükleri, ululandıkları halde beslenmeye muhtaç olmayan, her şeye kendisi değer kazandırıp hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin kendisine değer katmasına, destek vermesine muhtaç olmayan, dolayısıyla gerçek anlamıyla ulûhiyet niteliğine sahip tek varlık O’dur.
De ki: “Ben Rabbime isyan edersem gerçekten, büyük bir günün (kıyamet gününün) azabından korkarım.”
“Büyük gün”den maksat âhiret günüdür. Âyete göre Hz. Peygamber bile tebliğ ettiği dinin hükümlerinden istisna edilmiş değildir.
(O günün azabı) kimden savuşturulursa, gerçekten (Allah) ona acımıştır. İşte bu apaçık kurtuluştur.
Âhirette azaptan kurtulan kimse rahmet-i ilâhiyyeye nâil olacaktır. Kuşkusuz insan için bundan daha büyük bir kurtuluş yoktur; çünkü ebedî hayattaki mutluluğu bu şekildeki bir kurtuluşa bağlıdır.
Şayet Allah sana bir zarar dokundursa, bunu O’ndan başka giderecek yoktur. Fakat sana bir hayır dokunduracak olsa onu da kimse gideremez. Bil ki O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu şeklindeki Ehl-i sünnet itikadını destekleyen bu âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenmeyen durumlar da sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah’ın kudreti dahilinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu önleyecek, takdire karşı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah’tan gelebilecek zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse dilesin, sonunda yine O’nun dilediği olur. O’nun her şeye gücü yeter ve O kulları üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir. Ayrıca O, tam bir hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin fayda veya zarara müstahak olduğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur ve hakîm olmasının bir sonucu olarak herkese, haline münasip ne ise onu verir, dolayısıyla hiç kimseye haksızlık etmez.
O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.
Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu şeklindeki Ehl-i sünnet itikadını destekleyen bu âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenmeyen durumlar da sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah’ın kudret elinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu önleyecek, takdire karşı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah’tan gelebilecek zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse dilesin, sonunda yine O’nun dilediği olur. O’nun her şeye gücü yeter ve O kulları üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir. Ayrıca O, tam bir hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin fayda veya zarara müstahak olduğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur ve hakîm olmasının bir sonucu olarak herkese, haline münasip ne ise onu verir, dolayısıyla hiç kimseye haksızlık etmez.
De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahittir.[171] İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu. Gerçekten siz mi Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben şahitlik etmem.” De ki: “O, ancak tek bir ilâhtır ve şüphesiz ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”
Kureyşliler, “Ey Muhammed! Senin hakkında yahudilere, hıristiyanlara sorduk, peygamberliğine dair bir haber olmadığını söylediler. Bize senin peygamber olduğuna dair bir şahit göster” demişler ve bunun üzerine bu âyet inmişti.
İlk cümlenin harfî tercümesi “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” şeklindedir. Ancak biz, Zemahşerî’nin getirdiği yorumu (II, 7) esas alarak anlamayı kolaylaştırmak için söz konusu cümleyi “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Bundan önceki âyetlerde ağırlıklı olarak Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarıyla ilgili deliller üzerinde durulmuştu. Bu âyette ise Hz. Muhammed’in risâletinin ispatına geçilerek bu hususta en büyük şahidin kim olduğu sorusuna –cevabın açıklığından dolayı– hemen “Benimle sizin aranızda Allah şahittir” cevabı verilmiştir. Vâhidî’nin, bu âyetin inmesine sebep olduğunu kaydettiği bir rivayete göre (Esbâbü’n-nüzûl, s. 160; el-Vecîz, I, 347) Mekke ileri gelenleri Resûlullah’a hitaben “Ey Muhammed, söylediklerinle ilgili olarak hiç kimsenin seni tasdik ettiğini görmedik. Hatta yahudilere ve hıristiyanlara sorduk; onlar, senin ismin veya niteliklerinle ilgili olarak kendi kitaplarında ve dinlerinde herhangi bir bilgi olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik edecek birini göster” demişler, bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuştur.
“Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi” meâlindeki ifade, Hz. Peygamber’in ve Kur’an-ı Kerîm’in bütün insanlığa gönderildiğini, dolayısıyla İslâm’ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir. Bu âyet, insanları hem Allah’ın birliğine hem de Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet etmeye çağırdığından, kelime-i şehâdeti anlam olarak ihtiva etmektedir.
Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.[172] Kendilerini ziyana sokanlar var ya, işte onlar inanmazlar.
Çünkü Tevrat’ta ve İncil’de Resûlullah hakkında tanıtıcı bilgiler vardır. (Bakınız: Bakara sûresi, âyet, 146)
Zemahşerî ve diğer birçok müfessir, âyette Ehl-i kitabın tanıdıkları ifade edilenin Hz. Muhammed olduğunu belirtmişler, bazıları da bunun Kur’an-ı Kerîm olduğunu söylemişlerdir (Zemahşerî, II, 7; Şevkânî, 122; İbn Âşûr, VII, 171; Elmalılı, III, 1893). İlk anlayışa göre Ehl-i kitap, özellikle hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilişkin bazı işaretler bulunduğunu biliyorlardı (bk. A‘râf
7:157). İkinci anlayışın daha isabetli olduğunu düşünen İbn Âşûr’a göre Ehl-i kitap âlimleri Kur’an’ın Allah katından geldiğini biliyorlardı. Çünkü Kur’an, onların kitaplarında da haber verilmiş olan bilgiler ihtiva etmekteydi. Ayrıca onların kitaplarında, son peygamberle ilgili bilgiler bulunduğundan, Kur’an’ı bildireni de bu bakımdan tanıyorlardı (ayrıca bk. Bakara
2:146).
Kim Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalimdir? Şüphesiz ki, zalimler kurtuluşa eremez.
Allah’ın Kur’an’da tevhid inancını açık açık bildirmesine rağmen, O’nun putları kendisine ortak edindiğini savunan müşriklerden, aynı şekilde, kendi kitaplarında Allah’ın Kur’an ve Hz. Muhammed hakkında bilgi vermediğini iddia eden Ehl-i kitap’tan daha zalim ve haksız kim vardır!
Onları tümüyle (mahşere) toplayıp da Allah’a ortak koşanlara, “Nerede, ilâh olduklarını iddia ettiğiniz ortaklarınız?” diyeceğimiz günü hatırla.
İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden diriltildikten sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm’ın tevhid akîdesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelâde varlıklara yahut kişilere tanrı gibi taparcasına bağlanarak hakiki mâbudlarını inkâr edenlere “Hani o bana ortak koştuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?” anlamında olmak üzere “Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?” diye soracaktır. Sonra onlar Allah’ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık” diyerek şaşkınlık ve çaresizlik içinde mazeret ileri sürecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve güçlü olduğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıkları putları –sözde tanrıları– kendilerinden uzaklaşmıştır.
Sonunda onların manevraları, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz (O’na) ortak koşanlar değildik” demelerinden başka bir şey olmayacaktır.
İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden diriltildikten sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm’ın tevhid akîdesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelâde varlıklara yahut kişilere tanrı gibi taparcasına bağlanarak hakiki mâbudlarını inkâr edenlere “Hani o bana ortak koştuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?” anlamında olmak üzere “Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?” diye soracaktır. Sonra onlar bu fitnelerinin, bu inkârlarının neticesi olarak, Allah’ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık” diyerek şaşkınlık ve çaresizlik yüzünden yalan söyleyecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve güçlü olduğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıkları putları –sözde tanrıları– kendilerinden uzaklaşmıştır.
Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve iftira edip durdukları şeyler (uydurma ilâhları) onları nasıl yüzüstü bırakıp kayboluverdi?
İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden diriltildikten sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm’ın tevhid akîdesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelâde varlıklara yahut kişilere tanrı gibi taparcasına bağlanarak hakiki mâbudlarını inkâr edenlere “Hani o bana ortak koştuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?” anlamında olmak üzere “Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?” diye soracaktır. Sonra onlar bu fitnelerinin, bu inkârlarının neticesi olarak, Allah’ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık” diyerek şaşkınlık ve çaresizlik yüzünden yalan söyleyecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve güçlü olduğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıkları putları –sözde tanrıları– kendilerinden uzaklaşmıştır.
İçlerinden, (Kur’an okurken) seni dinleyenler de var. Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler (gereriz), kulaklarına ağırlık koyarız.[173] Her türlü mucizeyi görseler de onlara inanmazlar. Hatta tartışmak üzere sana geldiklerinde inkâr edenler, “Bu (Kur’an) evvelkilerin masallarından başka bir şey değil” derler.
Konu ile ilgili olarak bakınız: İsrâ sûresi, âyet, 46.
Bu âyetler İslâm’a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başlatan müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçları anlatmaktadır. Buna göre müşriklerin bazıları Kur’an’ı dinliyorlardı; ancak Kur’an’ın neler bildirdiğini, bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatları bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette onlardan bir kısmının Resûlullah’ı dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen örtüler, kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği için ondan istifade edemedikleri ifade buyurulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyetlerden hareketle prensip olarak Allah’ın, dilediği kimselerin iman etmelerini engelleyeceğini savunmuşlar; Mu‘tezile ulemâsı ise bu görüşe karşı çıkarak söz konusu âyetleri kendi adalet ve hürriyet anlayışları istikametinde te’vil etmişlerdir. Bu teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule elverişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini, akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısında duyarsız kalmışlardır. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fiillerinden sorumludurlar.
25. âyette geçen esâtîr kelimesinin tekili olan ustûre, büyük ihtimalle “hikâye, kıssa, tarih” anlamına gelen Grekçe historia kelimesinden Arapçalaştırılmış olup Arapça’da daha çok eğlence ve şenliklerde hoşça vakit geçirmek için anlatılan, eski dönemlere ait abartılı veya asılsız hikâyeler, masallar için kullanılır. Müşrikler Kur’an-ı Kerîm’in inanılırlığına gölge düşürmek için sık sık onun eskilerin masalları olduğunu ileri sürerlerdi. Vâhidî’nin İbn Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre (Esbâbü’n-nüzûl, s. 160) Ebû Süfyân, Ebû Cehil, Utbe b. Rebî‘ ve kardeşi Şeybe, Velîd b. Mugîre, Nadr b. Hâris gibi müşriklerin önde gelenlerinden bazıları birlikte Hz. Peygamber’in yanına giderek bir müddet Kur’an’ı dinledikten sonra, Kureyşliler’e Acem kıssaları anlatmakla tanınan Nadr b. Hâris’e Resûlullah hakkındaki fikrini sormuşlar; o da “Söylediklerinden bir şey anlamıyorum; sadece dudaklarını hareket ettirdiğini görüyorum. Söylediği sözler, tıpkı benim size geçmiş devirlerle ilgili olarak anlattıklarım gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir” demiştir. Müşrikler bu tür sözleriyle hem başkalarını Kur’an’dan uzaklaştırırlar hem de bizzat kendileri ondan uzak dururlar ve bu suretle ebedî geleceklerini mahvederlerdi; üstelik bunun farkında da değillerdi. Allah Teâlâ, inkârcıların Hz. Peygamber ve Kur’an karşısındaki bu tavırlarından dolayı âhirette duyacakları pişmanlıklarını aşağıda bildirmektedir.
Onlar başkalarını ondan (Kur’an’dan) alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzak kalırlar. Onlar farkına varmaksızın, ancak kendilerini helâk ediyorlar.
Bu âyetler İslâm’a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başlatan müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçları anlatmaktadır. Buna göre müşriklerin bazıları Kur’an’ı dinliyorlardı; ancak Kur’an’ın neler bildirdiğini, bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatları bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette onlardan bir kısmının Resûlullah’ı dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen örtüler, kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği için ondan istifade edemedikleri ifade buyurulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyetlerden hareketle prensip olarak Allah’ın, dilediği kimselerin iman etmelerini engelleyeceğini savunmuşlar; Mu‘tezile ulemâsı ise bu görüşe karşı çıkarak söz konusu âyetleri kendi adalet ve hürriyet anlayışları istikametinde te’vil etmişlerdir. Bu teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule elverişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini, akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısında duyarsız kalmışlardır. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fiillerinden sorumludurlar. 25. âyette geçen esâtîr kelimesinin tekili olan ustûre, büyük ihtimalle “hikâye, kıssa, tarih” anlamına gelen Grekçe historia kelimesinden Arapçalaştırılmış olup Arapça’da daha çok eğlence ve şenliklerde hoşça vakit geçirmek için anlatılan, eski dönemlere ait abartılı veya asılsız hikâyeler, masallar için kullanılır. Müşrikler Kur’ân-ı Kerîm’in inanılırlığına gölge düşürmek için sık sık onun eskilerin masalları olduğunu ileri sürerlerdi. Vâhidî’nin İbn Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre (Esbâbü’nnüzûl, s. 160) Ebû Süfyân, Ebû Cehil, Utbe b. Rebî‘ ve kardeşi Şeybe, Velîd b. Mugîre, Nadr b. Hâris gibi müşriklerin önde gelenlerinden bazıları birlikte Hz. Peygamber’in yanına giderek bir müddet Kur’an’ı dinledikten sonra, Kureyşliler’e Acem kıssaları anlatmakla tanınan Nadr b. Hâris’e Resûlullah hakkındaki fikrini sormuşlar; o da “Söylediklerinden bir şey anlamıyorum; sadece dudaklarını hareket ettirdiğini görüyorum. Söylediği sözler, tıpkı benim size geçmiş devirlerle ilgili olarak anlattıklarım gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir” demiştir. Müşrikler bu tür sözleriyle hem başkalarını Kur’an’dan uzaklaştırırlar hem de bizzat kendileri ondan uzak dururlar ve bu suretle ebedî geleceklerini mahvederlerdi; üstelik bunun farkında da değillerdi. Allah Teâlâ, inkârcıların Hz. Peygamber ve Kur’an karşısındaki bu tavırlarından dolayı âhirette duyacakları pişmanlıklarını aşağıda bildirmektedir.
Ateşin karşısında durdurulup da, “Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak” dedikleri vakit (hâllerini) bir görsen!
İnkârcılar âhirette cehenneme götürülüp ateşle karşı karşıya geldiklerinde, daha önce inanmaya yanaşmadıkları âkıbetleriyle yüz yüze gelince büyük bir ıstırap içinde hissettikleri pişmanlığı “Ne olur, dünyaya geri gönderilelim de rabbimizin âyetlerini bir daha yalanlamayalım; biz de inananlardan olalım!” şeklindeki temennileriyle ifade edeceklerdir.
Hayır, (bu yakınmaları) daha önce gizlemekte oldukları şeyler onlara göründü (de ondan). Eğer çevrilselerdi, elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine döneceklerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.
Bu temenniye bir cevap olmak üzere âyette, onlar için artık kurtuluş fırsatı ve ümidi kalmadığı, çünkü bu fırsata dünyada sahip oldukları halde bunun kıymetini bilemedikleri bildiriliyor. “Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü” meâlindeki cümlede geçen “gizledikleri” ifadesiyle ne kastedildiği hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunu “amel defterlerindeki kötülükleri, çirkin halleri, inkârları veya gizledikleri münafıklıkları” şeklinde açıklarken, bazıları “Ehl-i kitabın Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğuna dair gizli tuttukları bilgiler” olarak yorumlamıştır (Zemahşerî, II, 9-10; Şevkânî, II, 126; Elmalılı, III, 1908). Bizce de isabetli olan İbn Âşûr’un görüşüne göre müşrikler inanmayı icap ettiren delilleri veya müminlerin başarılarını gördükçe gizliden gizliye İslâm inancının gerçek olabileceğini düşünüyor, fakat hâkimiyet ve güçlerini devam ettirmekteki ısrar ve inatlarından dolayı Hz. Peygamber’in üstünlüğünü ve müminlerin hayırlarda, faziletlerde kendilerinden daha ileride olduklarını itiraftan kaçınıyorlardı. Çünkü müslümanlar arasında onların köleleri ve toplumun en zayıf kesimleri bulunmaktaydı. Nitekim onlar Hz. Peygamber’e bu zayıf insanları yanından uzaklaştırması şartıyla kendisiyle görüşebileceklerini söylemişler ve bu sûrenin 52. âyetinde Hz. Peygamber’e bu teklifi reddetmesi emredilmişti. İnkârcıların dünyada iken gizledikleri bu düşünceleri veya inkâr ve kötülükleri o zaman açık seçik önlerine serilecektir. Fakat eğer onların temennileri kabul edilip de tekrar dünyaya gönderilseler, yine nehyedildikleri fenalıklara döneceklerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar; yalancılık onlarda karakter halini almıştır.
Derler ki: “Hayat ancak dünya hayatımızdır. Artık biz bir daha diriltilecek de değiliz.”
Ayette müşriklerin, genel olarak da inkârcıların ve materyalistlerin özelliklerinden birine işaret edilmektedir. Onlar “Dünyada yaşadığımızdan başka bir hayat –yani öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatı– yoktur; biz bir daha diriltilecek değiliz” dediler. Bu âyet Câhiliye dönemi Arapları’nın genellikle âhirete inanmadıklarını göstermektedir. Bu, onların şirkten sonraki en büyük günahlarıdır. Zira Kur’an-ı Kerîm’de sık sık “Allah ve âhiret gününe iman” (meselâ bk. Bakara
2:62) birlikte zikredilmek suretiyle bu inancın önemi ve âhireti inkâr etmenin başlıca küfür alâmetlerinden biri olduğu gösterilmiştir.
Rab’lerinin huzurunda durduruldukları vakit (hâllerini) bir görsen! (Allah) diyecek ki: “Nasıl, şu (dirilmek) gerçek değil miymiş?” Onlar, “Evet, Rabbimize andolsun ki, gerçekmiş” diyecekler. (Allah), “Öyleyse inkâr etmekte olduğunuzdan dolayı tadın azabı!” diyecek.
İnkârcıların öldükten sonraki durumlarıyla ilgili gelişmeler geçmiş zaman fiilleriyle anlatılmaktadır. Müfessirler, bu ifadelerde, ba‘s ve âhiret olaylarının sanki vuku bulmuş kadar kesin olduğunu vurgulamak için geçmiş zaman fiillerinin kullanıldığını belirtirler. Bununla birlikte âyetlerin, yalnız kıyamete hasredilmesi yerine, her inkârcının ölümünden yani ruhunun bedeninden ayrılmasından sonraki durumunu anlattığını düşünmek de mümkündür. Buna göre, ölen her insan gibi müşriklerin ruhları da bedenlerinden ayrıldıktan sonra ölümün ardından ikinci bir hayat daha olduğunu apaçık görmüş, dünyadayken bu hayata inanmamakla yanıldıklarını anlamış ve bu yanılgılarını yüce Allah’ın huzurunda itiraf etmişlerdir. Şimdiye kadar ölmüş olanlar bu hali yaşamış olduğu gibi şimdiden sonra ölecek olanlar da yaşayacaklardır. İnsanlardan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklarına inanmayanlar, bunu yalanlayanlar hüsrana uğramışlardır. Sonunda o belli saat yani ölüm ansızın gelip de dünyadan ayrıldıklarında yahut yeniden diriltilip Allah’ın huzuruna çıkarıldıklarında, sırtlarına günahlarını yüklenmiş bir halde “Dünyadaki kusurlarımız, terkettiklerimiz yüzünden vah başımıza gelenlere!” diyeceklerdir.
Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramıştır. Nihayet onlara ansızın o saat (kıyamet) gelip çatınca, bütün günahlarını sırtlarına yüklenerek, “Hayatta yaptığımız kusurlardan ötürü vay hâlimize!” diyecekler. Dikkat edin, yüklendikleri günah yükü ne kötüdür!
İnkârcıların öldükten sonraki durumlarıyla ilgili gelişmeler geçmiş zaman fiilleriyle anlatılmaktadır. Müfessirler, bu ifadelerde, ba‘s ve âhiret olaylarının sanki vuku bulmuş kadar kesin olduğunu vurgulamak için geçmiş zaman fiillerinin kullanıldığını belirtirler. Bununla birlikte âyetlerin, yalnız kıyamete hasredilmesi yerine, her inkârcının ölümünden yani ruhunun bedeninden ayrılmasından sonraki durumunu anlattığını düşünmek de mümkündür. Buna göre, ölen her insan gibi müşriklerin ruhları da bedenlerinden ayrıldıktan sonra ölümün ardından ikinci bir hayat daha olduğunu apaçık görmüş, dünyadayken bu hayata inanmamakla yanıldıklarını anlamış ve bu yanılgılarını yüce Allah’ın huzurunda itiraf etmişlerdir. Şimdiye kadar ölmüş olanlar bu hali yaşamış olduğu gibi şimdiden sonra ölecek olanlar da yaşayacaklardır. İnsanlardan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklarına inanmayanlar, bunu yalanlayanlar hüsrana uğramışlardır. Sonunda o belli saat yani ölüm ansızın gelip de dünyadan ayrıldıklarında yahut yeniden diriltilip Allah’ın huzuruna çıkarıldıklarında, sırtlarına günahlarını yüklenmiş bir halde “Dünyadaki kusurlarımız, terkettiklerimiz yüzünden vah başımıza gelenlere!” diyeceklerdir.
Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
İnkârcılar dünya hayatından başka bir hayat tanımadıklarını belirtirler. Kur’an ise onlara şu gerçeği hatırlatarak cevap vermektedir: Âhiret kaygısı taşımadan sırf dünya ile meşgul olanlar için “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” Hayata anlam ve değer katan şeyler, Allah’ın hoşnutluğunu ve O’na yakınlaşmayı umarak yapılan hayırlı işlerdir. Böyle bir düşünce ve niyet taşımadan yaşanılan hayat boş, mânasız ve faydasız geçirilen, tüketilen bir süreden ibarettir. Buna mukabil müttaki olanlar yani dünyada yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşayan; O’nun buyruklarına âsi olmaktan, yasaklarını çiğnemekten sakınanlar, emir ve yasaklarına tam bir saygı şuuruyla uyanlar, bu tutumlarıyla dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır.
Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın âyetlerini inadına inkâr ediyorlar.
Hz. Muhammed, müşriklerin kendisi hakkında sarfettikleri sihirbaz, mecnun, şair, yalancı gibi sözlerden, Kur’an’ın asılsız, İslâmiyet’in gerçek dışı olduğunu söylemelerinden dolayı son derece müteessir oluyordu. Nitekim başka bir âyette (Şuarâ
26:3), “İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!” buyurularak onun hissettiği bu derin üzüntüye işaret edilmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ burada peygamberini teselli etmekte, ayrıca o “zalimler”in, yani Hz. Peygamber’in bildirdiği hakikatleri haksız yere reddedenlerin gerçekte Hz. Peygamber’i yalanlamadıklarını, Allah’ın âyetlerini inkâr ettiklerini bildirmektedir. Âyetin bu kısmıyla ilgili olarak müfessirler farklı açıklamalara yer vermişlerdir:
a) Hz. Muhammed’in bildirdikleri aslında Allah’ın âyetleridir; dolayısıyla onu yalanlayanlar Allah’ın âyetlerini yalanlamış ve inkâr etmiş olurlar. Çünkü Hz. Peygamber’in yaptığı Allah’tan kendisine gelenleri insanlara duyurmaktan ibarettir. O, bir elçi ve temsilcidir. Elçiyi yalanlayan, temsil ettiği kimseyi yalanlamış; tersine onu tasdik eden de yine mesajın asıl sahibini tasdik etmiş olur. Nitekim bu husus başka âyetlerde de belirtilmiştir. Meselâ Nisâ sûresinde (
4:80) “Resûlullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiş olur”; Fetih sûresinde de (
48:10) “Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah’a vermiş oluyorlar” buyurulmuştur.
b) Bütün Mekkeliler Hz. Muhammed’i çocukluğundan beri dürüst olarak tanırlar, bu yüzden de onun için “el-emîn” sıfatını kullanırlardı (Müsned, III, 425). Peygamber olduktan sonra, kendisine inananlar gibi inanmayanların da bu husustaki kanaatleri değişmemişti. Ancak tebliğ ettiği şeyleri inkâr ettiler; yani Hz. Peygamber’in kendisi, duyurduğu şeylerin doğruluğuna inansa da bunun bir yanılgı olduğunu, bildirdiklerinin doğru olamayacağını iddia ettiler. Nitekim Sünen-i Tirmizî’de yer alan (“Tefsîr”,
7:1) ve hemen bütün müfessirlerin kaydettiği bir rivayete göre Ebû Cehil, Hz. Peygamber’e “Biz seni değil, bildirdiklerini yalanlıyoruz” demiştir. Buna benzer iddialar sonraları bazı Batılı yazarlarca da ileri sürülmüştür (bk. Elmalılı, III, 1913-1915).
c) Başka bir yoruma göre müşriklerin Resûlullah’ın tebliğlerine inanmamaları, onun yalan söylediğini, gerçekten bildirdiklerinin asılsız olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmıyordu. Onlar İslâm’ın hükümlerini çıkarlarına aykırı buldukları, itibarlarını zedelemesinden kaygı duydukları için olumsuz tavır takınmışlardı. Nitekim yine Ebû Cehil, Hz. Muhammed’in mensup olduğu Abdimenâfoğulları’nın zaten Mekke’de itibar kazandıran birçok görevi uhdesinde bulundurduğunu, bunların yanında bir de içlerinden bir peygamber çıkmasının kendi kabileleri için tamamen onur kırıcı olacağını, bu yüzden onun dinini tanımayacaklarını belirtmiştir (İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî [M. M. Abdülhamîd], I, 337-338).
Hz. Muhammed’in mesajını tarafsız olarak, kişisel haz ve menfaatler yerine insanlığın yararlarını dikkate alarak, iyi niyetle, aklî ve ilmî ölçülere göre değerlendireceklerine, kendi ideolojilerinin, zihniyetlerinin, mensubu bulundukları zümrelerin hegemonyası için tehlikeli bularak reddetme anlayışının bugün de mevcut olduğu görülmektedir.
Andolsun ki, senden önce de birçok Peygamberler yalanlanmıştı da onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine karşı sabretmişler ve nihayet kendilerine yardımımız yetişmişti. Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek bir güç de yoktur.[174] Andolsun peygamberler ile ilgili haberlerin bir kısmı sana gelmiş bulunuyor.
Konu ile ilgili olarak bakınız: Sâffât sûresi, âyet, 171-173.
Hz. Muhammed’e, daha önceki peygamberlerin de yalancılıkla itham edildikleri, fakat onların, Allah’ın yardımıyla zafere ulaşıncaya kadar bu yalanlamalara, hatta uğradıkları eziyetlere sabırla göğüs gerdikleri haber verilmekte, böylece Resûlullah hem teselli edilmekte hem de dolaylı olarak geçmiş peygamberlerin bu olumlu tutumlarını örnek alması istenmektedir. Âyetin “Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur” meâlindeki kısmında geçen “kelimeler”den maksat, inkârcıların menfi ve haksız tutumlarına rağmen görevlerini sabır ve metanetle yerine getirmeye çalışan peygamberlere, sonunda Allah’ın “zafer” vereceği yönündeki vaadidir. Âyette bunun Allah’ın değişmeyen kanunu olduğuna işaret edilmiştir.
Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek, yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzere toplardı. O hâlde, sakın cahillerden olma.
İlk âyete göre Hz. Peygamber, bir kısım insanların doğru yolu kabul etmemelerinden dolayı ne kadar üzülse de onun bu husustaki gücü sınırlıdır. O, Allah’ın izni olmadan insanları hidayete kavuşturamayacağı gibi yine Allah murat etmedikçe mûcize de gösteremez. Bütün insanları hidayette toplama kudreti yalnız Allah’a aittir. Bununla birlikte O, insanları hidayette toplanıp birleşmeye zorlamamış; doğru yolu kendi akıl ve iradeleriyle bulmalarını tercih etmiştir. Nitekim 36. âyette “Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O’na döndürülecekler” buyurularak hakikat karşısında kulakları ve kalpleri açık olanların, akıl ve iradeleriyle doğru yolu bulacakları belirtilirken, İslâm’ın sesine kulaklarını ve gönüllerini kapatanlardan “ölüler” diye söz edilmiş; bunların işinin âhirete kaldığına işaret edilmiştir.
(Davete), ancak (bütün kalpleriyle) kulak verenler uyar. (Kalben) ölüleri ise (yalnızca) Allah diriltir. Sonra da hepsi O’na döndürülürler.
İlk âyete göre Hz. Peygamber, bir kısım insanların doğru yolu kabul etmemelerinden dolayı ne kadar üzülse de onun bu husustaki gücü sınırlıdır. O, Allah’ın izni olmadan insanları hidayete kavuşturamayacağı gibi yine Allah murat etmedikçe mûcize de gösteremez. Bütün insanları hidayette toplama kudreti yalnız Allah’a aittir. Bununla birlikte O, insanları hidayette toplanıp birleşmeye zorlamamış; doğru yolu kendi akıl ve iradeleriyle bulmalarını tercih etmiştir. Nitekim 36. âyette “Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O’na döndürülecekler” buyurularak hakikat karşısında kulakları ve kalpleri açık olanların, akıl ve iradeleriyle doğru yolu bulacakları belirtilirken, İslâm’ın sesine kulaklarını ve gönüllerini kapatanlardan “ölüler” diye söz edilmiş; bunların işinin âhirete kaldığına işaret edilmiştir.
Dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya!” (Ey Muhammed!) De ki: “Şüphesiz Allah’ın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”
Aslında Hz. Muhammed’e birçok âyet indiği ve vahiy başlı başına bir mûcize olduğu halde müşrikler inatlarından dolayı bu indirilenlere inanmayıp yeni bir mucize indirilmesini veya Resûlullah’tan Safâ tepesinin altına çevrilmesi (Müsned, I, 242, 258), Mekke arazisinin genişletilmesi ve bu topraklar içinden nehirler akıtılması ya da 8. âyette işaret edildiği üzere melekler gönderilmesi gibi kendi istedikleri şekilde mûcizeler göstermesini istiyorlardı (krş. İsrâ
17:90-95). Yüce Allah onların bu sözlerine, istedikleri şekilde bir mûcize ve âyet indirmeye de kadir olduğunu, ancak onların çoğunun bunu da doğru dürüst değerlendirmeyeceklerini belirterek, bazılarının ise âyetleri bilip anladıkları halde inatlarından dolayı inanmayacaklarına işaret ederek cevap veriyor. Zira âyet ve mûcize indirmekten maksat, insanların bunu doğru olarak anlayıp hakka teslim olmalarıdır. Ayrıca Allah Resulü kendisine indirilen âyetleri onlara eksiksiz bildirmiştir ve doğru düşünenlerin inanmaları için bu âyetler yeterlidir. Şu halde müşrikler, daha önce indirilen âyetlere ve mûcizelere karşı nasıl davrandılarsa bu istedikleri gerçekleştirilince de öyle davranacaklardı.
Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.
Görenler, düşünenler için yeryüzünde ve insanları kuşatan tabiatta da birçok âyet, mûcize, Allah’ın kudretini apaçık gösteren deliller vardır. Âyette bu delillerden birkaçına işaret edilmektedir. Buna göre yeryüzünde yürüyüp dolaşan bütün canlılar, gökyüzünde kanat çırpıp uçan bütün kuşlar da insanlar gibi birer “ümmet”, düzenli birer topluluktur; insanlar gibi onlar da birer canlı sınıfıdır. Hepsi de Allah’ın kudretinin eseri olup O’nun verdiği rızıkla beslenmekte, O’nun verdiği canla yaşamakta ve üremekte, ilâhî kudretin birer nişanesi olarak cinsler, türler oluşturmaktadır. Bütün bunları düzenleyen kanunlar Allah tarafından konulmuş olup O’nun varlığına, ilmine ve kudretine delâlet etmektedir.
Âyette “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” buyuruluyor. Buradaki kitap birkaç şekilde anlaşılmıştır. Bir görüşe göre bu kitap levh-i mahfûzdur. Yüce Allah, âlemde olmuş ve olacak her şeyi, her varlığı ve her olayı, ilm-i ezelîsinin bir ifadesi olarak levh-i mahfûzda bütün ayrıntı ve kanunlarıyla tesbit ve tayin etmiştir. Âlemde vuku bulan her şey O’nun ilmi, O’nun kurduğu düzen içinde gerçekleşmekte, ilmine ve kudretine şahadet etmektedir. Daha zayıf bulunan diğer bir görüşe göre bu kitap, Kur’an-ı Kerîm’dir. Çünkü Kur’an’da insanların muhtaç olduğu pek çok bilgi, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayı gerekli kılan yeteri kadar delil mevcuttur. Buna rağmen inanmayanlar, Kur’an’da eksik bilgi verildiğinden değil, inatlarından veya İslâm’ın getirdiği hükümleri kendi menfaatlerine aykırı bulduklarından dolayı inanmamaktadırlar. Fakat sonunda onlar rablerinin huzurunda haşrolunacaklar ve birbirlerinden gördükleri zarar, ziyan ve acıların karşılığını bulacaklardır.
Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır.[175] Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.
İnsan, Allah’ı tanıyacak, iman ve İslâmla bağdaşacak fıtratta yaratılmıştır. Kişi bu fıtratı üzere yürümez; onu bozar, küfür ve sapıklığa kucak açarsa, Allah da onu şaşırtır.
Yüce Allah, insanlara muhtaç oldukları her bilgiyi ulaştırdığı, her uyarıyı yaptığı halde yine de inanmamakta direnenler hakkında şöyle buyuruyor: “Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir.” Tıpkı karanlıkta kalanın nereye gittiğinin farkında olmaması, bastığı yeri görememesi gibi bunlar da hak ile bâtılı ayıramaz, hayatın anlamının ve hakikatinin ne olduğundan habersiz olarak yaşarlar; bundan dolayı ne hakka kulak verirler ne de hakkı konuşurlar. Bu yüzden Allah onları dalâlete düşürmüş yani böyleleri için dalâlet yolunu açmıştır. Bu âyete göre “Allah kimi dilerse onu şaşırtır.” Diğer bir âyete göre ise “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar” (Yûnus
10:44). Böyle olunca Allah, yalnızca hakka karşı direnenlerin dalâlete düşmesini ister. Bu, O’nun kötülüğü istemesinden değil, adaleti istemesinden ileri gelir. Buna karşılık, “O, dilediği kimseyi de doğru yola iletir”; sırât-ı müstakîm üzere yaşatır. Her kim inattan, peşin hükümlerden ve kötü niyetlerden arınmış olarak kulağını hakkı dinlemeye açık tutar, dilini hakkı söylemeye âmâde kılarsa yüce Allah böylelerinin de hidayette olmalarını ister ve onları doğru yolda yaşatır. Bu da Allah’ın adalet ve lutfunun bir sonucudur. Bu ve benzeri âyetlerden anlaşılması gereken, Cebriyye mezhebi mensuplarının ileri sürdükleri gibi, Allah’ın adaletsiz, hikmetsiz ve nizamsız olarak insanları rastgele iyilik veya kötülük yapmaya mecbur ettiği değil; O’nun irade ve kudretinin hiçbir kayıt ve şartla sınırlanamayacağı, O’nun mutlak hükümran olduğudur. Hükümranlık, ancak kötüler tarafından zalimce kullanılır. Allah ise mutlak iyidir; zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzehtir. Bu sebeple hükümranlığını kendi adaletiyle uyum halinde kullanır ve sonuçta, tamamen hür ve sınırsız olan iradesiyle kötüleri dalâlete, iyileri hidayete yöneltir. Mu‘tezile mezhebi, Allah’ın bu şekilde adaletli iş yapmasını hikmet olarak adlandırmış ve hikmete uymayı Allah için “gerekli” görmüştür. İmam Mâtürîdî bu görüşü eleştirirken özetle şöyle der: Allah’ın fiillerinin hikmete uygun olması O’nun için bir mecburiyet değildir. Nasıl ki tecrübî âlemde adalet ve hikmete uygun iş yapan insanlar bunun aksini yapmaya kadirseler, aynı şekilde Allah da hikmetin zıddına kadirdir. Ancak, insanların hikmetten sapmalarının sebepleri ya “ihtiyaç” veya “bilgisizlik”tir. Yüce Allah bu nevi kusurlardan münezzeh olduğu için adalet ve hikmetin dışına çıkması düşünülemez; dolayısıyla hiçbir insanı, hak etmediği halde dalâlete düşürmez (Kitâbü’t-Tevhîd, s. 216).
(Ey Muhammed!) De ki: “Söyleyin bakalım. Acaba size Allah’ın azabı gelse veya size kıyamet saati gelip çatsa (böyle bir durumda) siz Allah’tan başkasını mı çağırırsınız? Eğer (putların size yararı dokunduğu iddianızda) doğru söyleyenlerseniz (haydi onları yardıma çağırın).
İnsanlar çeşitli sıkıntılara mâruz kalmakla birlikte, yine Allah’ın mümkün kıldığı bazı tedbirlere, yarattığı bazı çarelere başvurarak bu sıkıntılardan kurtulabilmektedirler. Ancak Allah’ın, tedbir ve çarelerini yaratmadığı, giderme imkânlarını yalnız kendisinde saklı tuttuğu belâ ve musibetler de vardır ki, insanlar böyle durumlarla karşılaştıklarında genellikle, inançlısıyla inançsızıyla, kurtuluş için yalnız Allah’a yalvarır; Allah’ı unutanlar bile taptıkları putlarını, uydurma tanrılarını, taparcasına bağlandıkları servetlerini, makamlarını, liderlerini unutarak, Allah’ın vicdanlarına yerleştirdiği fıtrî bir eğilimle Allah’a yönelir, O’ndan başka kurtarıcı ulu kudret bulunmadığının farkına vararak kurtuluşu yalnız O’ndan dilerler. Allah Teâlâ bu âyetlerde, belirtilen duruma işaret ederek inkârcılara, Allah’ın azabının kendilerine gelmesi, ölüm veya kıyamet vaktinin gelip çatması halinde ne yapacaklarını sormakta, inatlarından veya bizzat kendi fıtratları hakkında cahil olduklarından bu soruya doğru dürüst cevap veremeyecekleri için, sorunun doğru cevabını yine kendisi vermekte ve onların böyle durumlarda yalnız kendi yüce zâtına yönelip kendisine yalvaracaklarını açıklamaktadır. Böylece 38. âyette Allah’ın varlığının ve kudretinin dış dünyadaki bazı delillerinden söz edildikten sonra burada da bir kısım insanların bazı şeylere tanrılık isnat etmelerinin bizzat insanın kendi selim tabiatı tarafından tekzip edildiği, asılsızlığının ortaya konduğu belirtilmekte ve Allah’tan başka dayanılıp güvenilecek gerçek ilâh bulunmadığı bizzat insanın kendi fıtratından gösterilen aklî delil ile kanıtlanmaktadır.
Hayır! (Bu durumda) yalnız O’na dua edersiniz, O da dilerse (kurtulmak için) dua ettiğiniz sıkıntıyı giderir ve siz o an Allah’a ortak koştuklarınızı unutursunuz.”
İnsanlar çeşitli sıkıntılara mâruz kalmakla birlikte, yine Allah’ın mümkün kıldığı bazı tedbirlere, yarattığı bazı çarelere başvurarak bu sıkıntılardan kurtulabilmektedirler. Ancak Allah’ın, tedbir ve çarelerini yaratmadığı, giderme imkânlarını yalnız kendisinde saklı tuttuğu belâ ve musibetler de vardır ki, insanlar böyle durumlarla karşılaştıklarında genellikle, inançlısıyla inançsızıyla, kurtuluş için yalnız Allah’a yalvarır; Allah’ı unutanlar bile taptıkları putlarını, uydurma tanrılarını, taparcasına bağlandıkları servetlerini, makamlarını, liderlerini unutarak, Allah’ın vicdanlarına yerleştirdiği fıtrî bir eğilimle Allah’a yönelir, O’ndan başka kurtarıcı ulu kudret bulunmadığının farkına vararak kurtuluşu yalnız O’ndan dilerler. Allah Teâlâ bu âyetlerde, belirtilen duruma işaret ederek inkârcılara, Allah’ın azabının kendilerine gelmesi, ölüm veya kıyamet vaktinin gelip çatması halinde ne yapacaklarını sormakta, inatlarından veya bizzat kendi fıtratları hakkında cahil olduklarından bu soruya doğru dürüst cevap veremeyecekleri için, sorunun doğru cevabını yine kendisi vermekte ve onların böyle durumlarda yalnız kendi yüce zâtına yönelip kendisine yalvaracaklarını açıklamaktadır. Böylece 38. âyette Allah’ın varlığının ve kudretinin dış dünyadaki bazı delillerinden söz edildikten sonra burada da bir kısım insanların bazı şeylere tanrılık isnat etmelerinin bizzat insanın kendi selim tabiatı tarafından tekzip edildiği, asılsızlığının ortaya konduğu belirtilmekte ve Allah’tan başka dayanılıp güvenilecek gerçek ilâh bulunmadığı bizzat insanın kendi fıtratından gösterilen aklî delil ile kanıtlanmaktadır.
Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de peygamberler gönderdik. (Peygamberlerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tövbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık.
Bundan önceki iki âyette inkârcılar, kendilerine Allah’ın azabı ve ölüm (veya kıyamet) gerçeği hatırlatılarak uyarılmışlardı. Bu âyette ise onlara daha önce bu şekilde cezalandırılmış olan âsi kavimlerden söz edilerek bundan ibret almaları amaçlanmıştır. Ayrıca burada müşriklerin inat ve inkârlarından dolayı üzüntü duyan Hz. Peygamber için de bir teselli vardır. Çünkü kendilerine bildirilen ilâhî hakikatleri reddedenler sadece Arap müşrikleri değildir. Bu âyette verilen bilgilere göre Hz. Muhammed’den önceki ümmetlere de peygamberler gönderilmiş; yüce Allah, bunlar arasında inkârcı olanların, akıllarını başlarına toplayıp doğru yolu seçmeleri için peygamberlerini tasdik ederek kendisine niyazda bulunmaları, yalvararak af dilemeleri için onları geçim derdi, hastalık gibi sıkıntılara mâruz bırakmıştı.
Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya.. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.
Bu ümmetlerin, musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah’a tazarru ve niyazda bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basîreti olanların, olaylardan ibret almaya yatkınlığı bulunanların, bunun bir uyarı olduğunu farketmeleri gerekirdi. Nitekim bazı âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah’ın dinini tanıyarak ihlâsla O’na yalvardıkları bildirilmektedir (meselâ bk. İsrâ
17:67; Ankebût
29:65; Lokmân
31:32). Ancak burada ifade buyurulduğuna göre söz konusu eski ümmetlerin “kalpleri iyice katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını (tuttukları bâtıl yolu) şirin göstermiş” ve bu yüzden onlar kötüyü iyi görmüşlerdi. Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi.
Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar.
İnsanlar kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe kavuştukları zaman, bunlarda kendileri için imtihanlar bulunduğunu düşünmeli ve her zamankinden daha dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları veren Allah’a minnet ve şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen kavimler, bu imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek uyarılara önem verecekleri yerde, kendileri için bir istidrâc (insanın günahlarını daha da arttırmasına yol açabilecek nimetler; bilgi için bk. A‘râf
7:182), bir imtihan olan bu bolluk ve rahatlığa aldandılar; “sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları sırada” Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı. “Bir anda bütün ümitlerini yitirdiler.” Böylece artık zulmeden –yani şükretmeleri gerekirken küfredip başkaldıran– kavmin kökü kesildi. Bu şekilde ıslah olma ümidi kalmamış olan kötülerin Allah tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan âyetlerin sonunda “Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” buyurulmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de Allah’ın onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir istidrâcdır” buyurmuşlar, ardından da bu âyeti okumuşlardır (İbn Atıyye, II, 292).
Böylece zulmeden o toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
İnsanlar kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe kavuştukları zaman, bunlarda kendileri için imtihanlar bulunduğunu düşünmeli ve her zamankinden daha dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları veren Allah’a minnet ve şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen kavimler, bu imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek uyarılara önem verecekleri yerde, kendileri için bir istidrâc (insanın günahlarını daha da arttırmasına yol açabilecek nimetler; bilgi için bk. A‘râf
7:182), bir imtihan olan bu bolluk ve rahatlığa aldandılar; “sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları sırada” Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı. “Bir anda bütün ümitlerini yitirdiler; böylece artık zulmeden –yani şükretmeleri gerekirken küfredip başkaldıran– kavmin kökü kesildi.” Bu şekilde ıslah olma ümidi kalmamış olan kötülerin Allah tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan âyetlerin sonunda “Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” buyurulmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de Allah’ın onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir istidrâcdır” buyurmuşlar, ardından da bu âyeti okumuşlardır (İbn Atıyye, II, 292)
De ki: “Ne dersiniz, eğer Allah sizin kulağınızı ve gözlerinizi alır, kalplerinizi de mühürlerse, Allah’tan başka onu size (geri) getirecek ilâh kimmiş?” Bak, biz âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz, sonra onlar nasıl yüz çeviriyorlar?
Muhatabın ve özellikle müşriklerin akıl ve iz‘anlarına hitap eden âyetlerde Allah’ın sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insanın en dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyularıyla akıl gücünün yok edilmesi halinde, Allah’tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuşturacak bir kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen “Bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir?” sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrikler, putları Allah’a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyorlardı. Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Mü’minûn
23:84-89). Onların asıl suçu, put denilen nesneleri Allah’a eş tutmaları, bunlara kulluk etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine inanmaları ve genel olarak İslâm dininin itikadî ve amelî hükümlerini reddetmeleridir.
Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Allah Teâlâ, engin merhametinden dolayı, kullarının tövbe edip bağış dileyerek yanlışlardan dönmesini ister; O’nun bu müsbet davranıştan duyduğu memnuniyet, Resûlullah’ın teşbihiyle ağır bir savaş sırasında kaybettiği çocuğu için çırpınan annenin, onu bulduğu andaki sevincinden daha büyüktür (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Tevbe”, 22; İbn Mâce, “Zühd”, 35). Bu sebeple sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gerek burada gerekse daha pek çok âyette yanlış inançlıları, kötü yaşayışlıları ikna yoluyla düzeltmek, doğru yolu bulmalarını sağlamak için birçok delil göstermiştir.
De ki: “Ne dersiniz, Allah’ın azabı size beklenmedik bir anda veya açıktan açığa gelse, zalimler toplumundan başkası mı helâk edilecek?”
Muhatabın ve özellikle müşriklerin akıl ve iz‘anlarına hitap eden âyetlerde Allah’ın sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insanın en dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyularıyla akıl gücünün yok edilmesi halinde, Allah’tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuşturacak bir kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen “Bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir?” sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrikler, putları Allah’a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyorlardı. Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Mü’minûn
23:84-89). Onların asıl suçu, put denilen nesneleri Allah’a eş tutmaları, bunlara kulluk etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine inanmaları ve genel olarak İslâm dininin itikadî ve amelî hükümlerini reddetmeleridir. Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Allah Teâlâ, engin merhametinden dolayı, kullarının tövbe edip bağış dileyerek yanlışlardan dönmesini ister; O’nun bu müsbet davranıştan duyduğu memnuniyet, Resûlullah’ın teşbihiyle ağır bir savaş sırasında kaybettiği çocuğu için çırpınan annenin, onu bulduğu andaki sevincinden daha büyüktür (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Tevbe”, 22; İbn Mâce, “Zühd”, 35). Bu sebeple sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gerek burada gerekse daha pek çok âyette yanlış inançlıları, kötü yaşayışlıları ikna yoluyla düzeltmek, doğru yolu bulmalarını sağlamak için birçok delil göstermiştir.
Biz peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
Peygamberler yalnız “müjdeciler ve uyarıcılar olarak” gönderilmiş olup onlara samimiyetle kulak vererek “iman eden ve (böylece) halini düzelten” yani gerek kendilerini gerekse başkalarını ıslah edenler için artık korku kalmayacaktır. “Onlar üzüntü de çekmeyecekler”; çünkü gerçek anlamda güven de sevinç ve mutluluk da Allah yolundadır. Âhirette böyle olacağı gibi, bazı maddî ve geçici sıkıntılara rağmen dünyada da müminler inanmanın, ibadet ve faziletin verdiği sükûn ve güvenle huzur bulurlar. Bu sebeple Allah’ın azabı ancak “zalim toplum”u kapsayacaktır. Dünyadaki herhangi bir musibet müminleri de etkilese bile, onların âhiretteki hayatları imanlarının ve iyi amellerinin kazandıracağı mutluluk ve nimetlerle bezenecektir.
Âyetlerimizi yalanlayanlara ise, yapmakta oldukları fasıklık sebebiyle azap dokunacaktır.
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar, bu suretle O’nun merhamet ve kereminden yararlanma imkânını reddedenler, işledikleri fısku fücûr yüzünden azaba çarptırılacaklardır.
De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”
Hz. Peygamber gerek kendi kavmine gerekse bütün insanlara yalnızca “Allah’ın âyetleri”ni, akıl ve kalplere, vicdanlara hitap eden delillerini duyuruyordu. Kureyş müşrikleri ise öteden beri kâhin, sâhir, arrâf gibi isimlerle andıkları kişilerde olağanüstü güçlerin mevcut olduğuna inanıyor; peygamber olduğunu ve Allah katından bilgiler getirdiğini söyleyen Hz. Muhammed’de de bu şekilde güçler bulunması gerektiğini düşündükleri için ondan meselâ bir dağı altın kütlesi haline getirmesini (Müsned, I, 242, 258), gökten melekler indirmesini ve onlarla konuştuğunu kendilerine göstermesini... (En‘âm
6:8) istiyorlardı. Âyet, Hz. Peygamber’in bu cahilce taleplere vermesi istenen çarpıcı cevabı içermektedir. Aslında zihni ve gönlü hakikate açık, önyargılardan uzak, ruhu ihtiraslarla kirlenmemiş, kalbi inkâr ve isyan duygularıyla körleşmemiş insanlar için, Allah’tan vahiy aldığı birçok kanıtla anlaşılan bir kimsenin, hiçbir komplekse kapılmadan, engin bir tevazu hali sergileyerek böylesine gerçekçi ve samimi beyanlarda bulunması, dağları altına çevirmekten daha güçlü ve ikna edici bir delildir. Fakat “Hiç kör ile gören bir olur mu?” Onun için âyetin sonunda “Hiç düşünmez misiniz?” buyurulmuştur.
Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar.
Uyarı ve sakındırma ancak öldükten sonra ba‘s (yeniden dirilme) ve haşir (mahşerde toplanma) gibi âhiret hallerinin vuku bulacağına inanan veya en azından böyle bir ihtimali göz önüne alan, bunun kaygı ve korkusunu hisseden kimseler üzerinde etkili olabileceği için âyette özellikle bunların uyarılması emredilmiştir. Zemahşerî, uyarıdan yararlanması umulan zümreleri şöyle sıralamıştır: a) Müslüman oldukları halde yanlış işler yapanlar, b) âhirete inanan Ehl-i kitap mensupları, c) ba‘s ile ilgili haberleri duyup da bunların doğru olabileceğini düşünerek kaygılanan müşrikler (II, 16). Aynı müfessir, âyetin “Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın” meâlindeki bölümünü, Mû‘tezile mezhebinin görüşlerini benimsediği için, âhirette Allah’tan başka hiçbir kimsenin şefaat edemeyeceği şeklinde yorumlamışsa da, Ehl-i sünnet mensubu müfessirler, özellikle Bakara sûresindeki “Âyetü’l-kürsî” diye bilinen 255. âyeti ve benzeri delilleri göz önüne alarak, Allah’ın iznine bağlı olmak üzere, peygamberler ve diğer Allah dostlarının şefaat etmesinin câiz olduğunu düşünmüşlerdir.
Rab’lerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kovasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun.[176]
Kureyş’in ileri gelenleri Hz. Peygamber’e, “Fakir müslümanları yanından kovarsan seninle gelir otururuz” demişlerdi. Hz. Peygamber de “Ben mü’minleri kovamam” buyurmuştu. Onlar, “Bari biz senin yanına geldiğimizde onlar kalkıp gitsinler, biz çıkınca girsinler. Çünkü biz bunlarla oturmayı gururumuza yediremiyoruz,” demişlerdi. Resûlullah da bu kişilerin bu sayede müslüman olabileceklerini düşünerek teklifi kabul etmek üzere iken bu âyet-i kerime inmiştir.
Bu âyetin işaret ettiği bir olayla ilgili olarak Müslim’in Sahîh’i (“Fezâilü’s-sahâbe”, 45-46) ve diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre Hz. Peygamber’in, Abdullah b. Mes‘ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahâbîlerin de bulunduğu bir toplulukla birlikte olduğu bir sırada müşriklerin ileri gelenleri Hz. Muhammed’le görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki müslümanları oradan uzaklaştırması gerektiğini, zira kölelerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı kendilerine yakıştıramadıklarını bildirmişlerdi. Resûlullah “Ben müminleri kovamam” cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde onların ayakta durmasını istemişler; Hz. Peygamber, belki onlara İslâm’ı kabul ettirebileceği ümidiyle bu son teklifi kabul etmeyi düşünürken kendisini ikaz edip bu düşüncesinden vazgeçiren 52. âyet inmiştir. Ancak müfessirlerin çoğu bu sûrenin, parça parça değil, tamamının bir defada indiğini bildiren haberleri de dikkate alarak, bu âyetin söz konusu olayla ilişkisi olamayacağını ifade etmişlerdir. Âyetin böyle bir olay üzerine indiği kabul edilse bile, bu olayın sadece âyetteki evrensel ahlâkî öğretinin ortaya konması için bir vesile oluşturduğu düşünülmelidir.
“Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur...” cümlesindeki “onlar” zamiriyle müşriklere işaret edildiğini düşünenler olmuşsa da ağırlıklı görüş, bununla yukarıda anılan müslümanların kastedildiği yönündedir. Rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in çevresinde toplanan söz konusu kişilerin, aslında –samimi dindarlıklarından değil– barınma imkânı buldukları, yiyip içtikleri için orada toplandıklarını ileri sürmüşlerdi. İşte –bir görüşe göre– âyet-i kerîmede, öyle olsa bile, Resûlullah ile o yoksul müslümanların sorumluluklarının ayrı olduğu, herkesin kendi yapıp ettiklerinin sorumluluğunu yine kendisinin taşıdığı bildirilerek Resûl-i Ekrem’in onlara olan ilgisini sürdürmesi istenmiş, aksi halde haksızlık yapmış olacağı ifade edilmiştir. Başka bir yoruma göre bu insanlar sabah akşam ibadet ve taatle meşgul oldukları için maişetlerini temin edemeyecekler kaygısıyla Hz. Peygamber’in onları –işlerine güçlerine baksınlar diye– meclisinden ayrılmaya zorlamaması istenmiş; onların geçimleriyle ilgili hesabın kendisine ait olmadığına yani ne yiyip ne içeceklerini hesap etmesi gerekmediğine, çünkü herkesin rızkını verenin Allah Teâlâ olduğuna işaret buyurulmuştur (Râzî, XII, 236-237).
Hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın bu âyet, İslâm dininde insanın, mevki, zenginlik ve soyuna göre değil iman zenginliğine, Allah’a saygı ve ruh yüceliğine göre değer taşıdığını ortaya koyması, ayrıca Hz. Peygamber’in yüce ahlâkının Kur’an ilkelerine göre şekillendiğini göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Âyetin sonunda Resûlullah’a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfirlerin gözünde değersiz olsalar bile, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan insanlara karşı küçültücü davranışlarda bulunan bir kimsenin, –farzımuhal bu kimse peygamber bile olsa– zalim olarak gösterilmesi son derece ilgi çekicidir. Muhtemelen yukarıda sözü edilen altı kişiden biri olan Habbâb’ın anlattığına göre bu âyetin inmesinden sonra Hz. Peygamber’le yoksul ve kimsesiz müslümanlar arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur olmuşlar; Hz. Peygamber daha önce, bir aradayken yanındakilerin kalkmasını beklemeden kendisi kalkarken bu âyet geldikten sonra incitici olmasın diye daima onların kalkmasını beklemiştir (Zemahşerî, II, 16).
Böylece insanların bazısını bazısı ile denedik ki, “Allah, aramızdan şu adamları mı iman nimetine lâyık gördü?” desinler. Allah, şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?
Yüce Allah, insanların kimine türlü nimetler, kimine de sıkıntılar vermek suretiyle birbirlerine karşı nasıl tutum takınacakları hususunda onları sınamaktadır. İnsanların soy sop, makam ve mal gibi fâni ve aldatıcı durumlara göre değer taşıdıklarını zanneden inkârcıların ileri gelenleri “Aramızda Allah’ın kendilerine lutufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?”; yani “Biz büyükler ve soylu önderler varken Allah’ın gerçeğe ulaştırdığı, hidayete kavuşturduğu kimseler bunlar olamaz!” şeklindeki alaylı ifadelerle onları küçümsemişler; sahip oldukları imkânlar kendileri için birer fitne olmuş; küstahça davranışlarıyla Allah’a karşı kötü bir imtihan vermişlerdir.
Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman, de ki: “Selâm olsun size! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti (merhameti) yazdı. Şöyle ki: Sizden kim cahillikle bir kabahat işler de sonra peşinden tövbe eder, kendini düzeltirse (bilmiş olun ki) O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Her ne kadar –İbn Atıyye’nin kaydettiği gibi (III, 296)– müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesindeki “inananlar”la bilhassa Hz. Peygamber’in yanındaki yoksul müslümanlar olduğunu söylemişlerse de aynı müfessire göre âyet, herhangi bir zümre kastetmeksizin bütün müslümanları içermektedir. Âyetteki cehâlet kelimesi “günah olduğunu bile bile sefihlere ve hoyratlara özgü bir şekilde” veya –meâlinde gösterildiği gibi– “(günah olduğunu) bilmeyerek” şeklinde açıklanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 17). Yüce Allah’ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde, sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarını düzeltenlere merhamet edeceğini bu şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O’nun iyi kulları için eşsiz bir lutuf ve keremidir. Ayrıca burada, ilâhî rahmete mazhar olabilmek için yalnızca tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dolayısıyla insanların makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakılmayacağı, böylece İslâm’ın –kelimenin en doğru anlamıyla– adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna işaret edildiği görülmektedir. Yine bu âyette İslâm dininin en güzel ve köklü şiarlarından olan selâmlaşmanın önemine dikkat çekildiğini görüyoruz. Meâlinde “selâm size!” diye çevrilen cümlenin âyetteki karşılığı “selâmünaleyküm”dür. Diğer bazı âyetlerde ise bu ifade “esselâmüaleyküm” şeklindedir (ayrıca bk. Nisâ
4:86).
Suçluların yolu da açığa çıksın diye âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız.
Bazı tefsirlerde, “suçlular” diye çevirdiğimiz âyetteki “mücrimler”den, özellikle Hz. Peygamber ve çevresindeki mâsum müslümanlara karşı haksız tutumlarıyla cürüm (suç) işleyen, türlü şekillerde hakarete yeltenen müşriklerin kastedildiği belirtilmektedir.
De ki: “Sizin, Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylere ibadet etmem bana kesinlikle yasaklandı. Ben sizin arzularınıza uymam. (Uyarsam) o takdirde sapmış olurum, hidayete erenlerden olmam.”
Hz. Peygamber’e, inançsızlar istiyor diye onların taptıklarına tapmaktan, böylece tebliğinin birinci esası olan tevhid ilkesini ihlâl etmekten menedildiğini açıklaması emrolunmaktadır. Bu, onun şahsında bütün müslümanlara yöneltilen ve imanlarından tâviz vermelerini yasaklayan bir tâlimattır. 56-57. âyetler, Hz. Peygamber’in, tebliğ ettiği din ve ondaki esasların doğruluğu hakkında en küçük bir tereddüdü bulunmadığının güzel bir örneğidir. Zira, burada açıkça ifade edildiği gibi, Hz. Muhammed, Allah’tan gelmiş bulunan bir “delil”e, yani kesin bilgiye (veya başka bir yoruma göre Kur’an’a) dayanmakta, imanının gücünü, gerek kendisi gerekse sağlıklı düşünen her insan için apaçık olan bu gerçeklerden almaktadır. Hak peygamberi yalancılardan, sahte önderlerden ayıran en belirgin özelliklerden biri de onun, savunduğu inanç ve fikirlerin doğruluğuna, önerdiği hayat tarzının güzelliğine öncelikle kendisinin kuşkusuz olarak inanması ve yaşamasıdır. Bu açıdan hiçbir gerçek peygamber, kendisini yükümlülük ve sorumlulukların dışında, kural ve kanunların üstünde görmemiştir. Bu âyette, Hz. Muhammed’in de –farzımuhal– tevhidden sapması halinde “dalâlete düşmüş ve hidayete erenlerden ayrılmış” olacağı açıkça ifade edilmiştir.
De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.”
İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.
59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara
2:3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).
De ki: “Sizin acele istediğiniz azap şayet benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu.” Allah, zalimleri daha iyi bilir.[177]
Hz. Peygambere karşı çıkanlar, “Seni reddediyoruz, inkâr ediyoruz, ama bize hiçbir şey olmuyor. Gerçekten peygamber olsaydın, başımıza taş yağardı. Hadi hemen böyle bir azap gelsin de görelim,” diyorlardı. İslâm’ın ilim ve akıl yoluyla ikna etme prensibini temel ilke olarak aldığını, zorlama ve kaba kuvvete dayanmadığını bilmiyorlardı. Zaten böyle bir azabı istemek, Peygamber’in âlemlere rahmet oluşu ile bağdaşmazdı.
İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir. 59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara
2:3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin,ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).
Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.
İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir. 59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara
2:3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin,ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).
O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır). Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır. Sonra O, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.
Bu ve bundan sonraki âyetler, sûrenin genel muhtevasına uygun olarak yüce Allah’ın varlığını ve birliğini, kudret ve ilminin mükemmelliğini gösteren yeni deliller ve örnekler ortaya koymaktadır.
“Geceleyin öldürme”den maksat, insanın uykuya daldırılması, “diriltme”den maksat da uykudan uyandırılmasıdır. Uyku ve uyanma için vefat ve ba‘s kökünden fiillerin kullanılması, uyku ile ölüm, uyanma ile de yeniden dirilme arasında, bir ölçüde ruhî ve fizyolojik bir benzerlik olmasından dolayıdır. Uyku sırasında organizmanın faaliyetlerinin bir kısmı tamamen durmakta, bir kısmı da yavaşlamaktadır. Özellikle görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularının; hareket, konuşma gibi faaliyetlerin; ayrıca birçok duygusal tepkilerin durması yahut yavaşlaması, uykunun ölümü hatırlatan bir olay olduğunu gösterir. Uyanma ise çeşitli bedenî ve psikolojik faaliyetlerin yeniden normale dönmesini sağladığından, bir bakıma yeniden hayata dönüştür. Âyette dikkati çeken önemli bir husus da öldürme (uyutma) ve diriltme (uyandırma) fiillerinin Allah’a nisbet edilmesi, böylece insanın uyuması ve uyanmasının kendi iradesine bağlı olmadığının gösterilmesidir. Uyuma, bedenin ve ruhun dinlenmesi için bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Allah’ın değişmez kanunları uyarınca beden ve ruh, uyku yoluyla dinlenme ihtiyacı hissettiği zaman normal şartlarda ve zorunlu olarak uyku olayı meydana gelir. Hiçbir insan bu zorunluluğu ortadan kaldırma gücüne sahip değildir.
“Sizi öldüren ... sizi dirilten O’dur” şeklindeki vurgulu ifadeler, yüce Allah’ın hem kudretini hem de lutfunu göstermektedir. Zira bu ifadeler “O istemeseydi siz uyuyamazdınız; uyuduğunuz takdirde de uyanamazdınız” anlamını taşıyor. Âyetteki “ceraha” fiili genellikle “işleme, yapma” mânasında kullanılmakla birlikte, kök anlamı (delme, yırtma, yaralama) itibariyle öncelikle kötülük işlemeyi ifade eder ve Allah’ın belirtilen lutfuna karşı kulun nankörlüğüne işaret eder. Yine de Allah her insanı “belirlenmiş ecel”ine kadar yaşatmak suretiyle rahmetini tecelli ettirir. Ancak eninde sonunda herkes O’na dönecek ve O, bütün insanlara neler yaptıklarını haber verecektir.
Tefsirlerde uyku sırasında ruhun durumunun ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şevkânî âyetin “yeteveffâküm bi’l-leyli” kısmını şöyle açıklamıştır: “Allah sizi uyutunca, kendileriyle temyiz sahibi olduğunuz nefislerinizi (ruhlarınızı) kabzeder. Ancak bu hakiki ölüm değildir. Bir görüşe göre uyku sırasında ruh bedenden çıkmakla birlikte hayat bedende kalmaya devam eder. Başka bir görüşe göre ruh bedenden çıkmaz; fakat sadece zihin çıkar (şuur faaliyetleri durur). Ancak, doğrusu şudur ki, bu olayın mahiyetini yüce Allah’tan başkası bilemez (Şevkânî, II, 143).
O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir.[178] Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.
Koruyucu melekler, insanların iyi ya da kötü tüm yaptıklarını tespit eden meleklerdir. Konu ile ilgili olarak bakınız: İnfitar sûresi, âyet, 10.
“Koruyucular” diye tercüme edilen hafaza kelimesi, eski tefsirlerde genellikle “Kirâmen Kâtibîn” (değerli yazıcılar) adı verilen ve insanların bütün amellerini kaydetmekle görevlendirilen melekler şeklinde yorumlanmıştır. Şevkânî, daha ihtiyatlı bir ifade ile, hafazayı “sizi koruyan melekler” şeklinde açıklamıştır. Ayrıca “Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var” (İnfitâr
82:10) meâlindeki âyeti de zikrederek, bunların insanları “âfetlerden koruyan” ve “amelleri tesbit eden kimseler” (melekler) olduklarını belirtir (Şevkânî, II, 144). Bazı yeni tefsirlerde hafaza kelimesinin yukarıdaki anlamı yanında, canlıların bedenî ve ruhî varlığını koruyan çeşitli psikolojik güçler, yetenekler ve organlar olabileceği yönünde görüşler de yer alır (bk. Elmalılı, II, 1951; Ateş, III, 160).
Şüphesiz –59. âyette açık olarak belirtildiği üzere– yüce Allah’ın ilmi, böyle yazıcı meleklerin tuttukları amel defterlerine gerek kalmayacak şekilde, insanların bütün yaptıklarını kuşatmaktadır. Bu durumda meleklerin amelleri yazmalarının hikmeti, “insanların, yapmakta oldukları işlerin anında yazıldığını ve âhirette yazıcı meleklerin şahitliğiyle amel defterlerine kaydedilmiş olan işlerinin kendilerine tek tek okunacağını düşünerek daha dikkatli davranmalarını sağlama” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19).
Yine 61. âyette geçen “elçiler”den maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre, Azrâil ismiyle bilinen “ölüm meleği” ile onun yardımcıları olan başka meleklerdir. Bu melekler insanların amellerini kaydetmekte veya ömrü bitenlerin ruhunu kabzetmekte asla kusur etmezler (ayrıca bk. Bakara
2:30; Secde
32:11).
Sonra hepsi, gerçek sahipleri Allah’a döndürülürler. İyi bilin ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.
Sonunda insanlar “gerçek mevlâlarına döndürüleceklerdir”. Hüküm yalnız O’na aittir ve O insanların hesabını çok çabuk görecektir.
Bazı müfessirler, âyetteki hak kelimesini “adaletli” diye açıklamışlarsa da (Nesefî, I, 327), bu âyetlerin genellikle müşriklere hitap ettiği, onların da Allah’tan başka tanrılar, mevlâlar tanıdıkları göz önüne alınarak, âyetin ilgili kısmı “Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler” şeklinde tercüme edilmiştir.
De ki: “Sizler, açıktan ve gizlice O’na ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden olacağız’ diye dua ederken, sizi karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) kim kurtarır?”
Müfessirlere göre 63. âyette geçen “karanın ve denizin karanlık-ları”ndan maksat, insanların buralarda karşılaştıkları tehlikeler, acılar, felâketlerdir. Bu suretle müşrikler, inkârları ve günahları sebebiyle, benzer durumdaki eski kavimler gibi, türlü felâketlere mâruz bırakılmakla tehdit edilmekte ve bu durumlardan kendilerini ancak Allah’ın kurtarabileceği hatırlatılmaktadır. Âyette “Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” diye sorulması, müşriklerin Allah’a inandıklarını gösterir. Nitekim cevap müsbet olacağı için zikredilmeye gerek görülmemiştir. Şevkânî’nin de belirttiği gibi, Allah’ın kurtarıcılığının soru şeklinde ifade buyurulması, müşrikler hakkında bir kınama anlamı da taşımaktadır (II, 145). Buna göre 63-64. âyetlerin anlamını şöylece açmak mümkündür: Sizi karanın ve denizin tehlikelerinden ancak Allah’ın koruduğunu bildiğiniz, üstelik O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden olacağız” diye söz de verdiğiniz halde, nasıl olur da daha sonra tekrar eski halinize dönerek birer cansız ve âciz nesneler olan putlarınızı Allah’a ortak koşarsınız!”
Bu iki âyet insanoğlunun önemli bir zaafına işaret etmektedir: İnsanlar çoğunlukla sağlık, güvenlik, bolluk ve rahatlık gibi imkânlar içinde yaşarken; özellikle ihtiraslarının, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarken mânevî hayatlarını, hâlika ve mahlûka karşı ödevlerini ihmal eder, bunları düşünmek istemezler. Açıktan veya dolaylı bir şekilde Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr veya göz ardı ederek başka nesnelere ya da insanlara tapar yahut taparcasına bağlanır, boyun eğerler; yalnız Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri fânilerden bekler; onları önder, rehber, hatta rab edinirler. Buna karşılık, genellikle Allah’tan başkasının gideremeyeceği türlü felâketlerin insanlar üzerinde bir uyarıcılık ve onları kendine getirme, sağlıklı düşünmelerini, değerlendirme yapmalarını ve sonuçta Allah’ı hatırlayıp O’na yönelmelerini sağlama gibi olumlu tesirleri sayesinde insanlar Allah’a yönelip kurtuluş için O’na yalvarır, hatta bundan böyle iyi birer kul olarak ödevlerini yerine getireceklerine söz verirler. Geçmişte ve günümüzde felâket anlarında Allah’ı anıp O’na sığınmayan pek az insan vardır. Ancak, birçok insan, sıkıntıdan kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski yanlış ve isyankâr tutumlarına döner. Söz konusu âyetler insanları bu zaafları hususunda uyarmakta, kendilerini dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğunu, dolayısıyla zor zamanlarda olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O’nu tanımaları, O’ndan yüz çevirmemeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.
De ki: “Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Ama siz yine de O’na ortak koşuyorsunuz.”
Müfessirlere göre 63. âyette geçen “karanın ve denizin karanlıkları”ndan maksat, insanların buralarda karşılaştıkları tehlikeler, acılar, felâketlerdir. Bu suretle müşrikler, inkârları ve günahları sebebiyle, benzer durumdaki eski kavimler gibi, türlü felâketlere mâruz bırakılmakla tehdit edilmekte ve bu durumlardan kendilerini ancak Allah’ın kurtarabileceği hatırlatılmaktadır. Âyette “Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” diye sorulması, müşriklerin Allah’a inandıklarını gösterir. Nitekim cevap müsbet olacağı için zikredilmeye gerek görülmemiştir. Şevkânî’nin de belirttiği gibi, Allah’ın kurtarıcılığının soru şeklinde ifade buyurulması, müşrikler hakkında bir kınama anlamı da taşımaktadır (II, 145). Buna göre 63-64. âyetlerin anlamını şöylece açmak mümkündür: Sizi karanın ve denizin tehlikelerinden ancak Allah’ın koruduğunu bildiğiniz, üstelik O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden olacağız” diye söz de verdiğiniz halde, nasıl olur da daha sonra tekrar eski halinize dönerek birer cansız ve âciz nesneler olan putlarınızı Allah’a ortak koşarsınız!” Bu iki âyet insanoğlunun önemli bir zaafına işaret etmektedir: İnsanlar çoğunlukla sağlık, güvenlik, bolluk ve rahatlık gibi imkânlar içinde yaşarken; özellikle ihtiraslarının, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarken mânevî hayatlarını, hâlika ve mahlûka karşı ödevlerini ihmal eder, bunları düşünmek istemezler. Açıktan veya dolaylı bir şekilde Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr veya göz ardı ederek başka nesnelere ya da insanlara tapar yahut taparcasına bağlanır, boyun eğerler; yalnız Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri fânilerden bekler; onları önder, rehber, hatta rab edinirler. Buna karşılık, genellikle Allah’tan başkasının gideremeyeceği türlü felâketlerin insanlar üzerinde bir uyarıcılık ve onları kendine getirme, sağlıklı düşünmelerini, değerlendirme yapmalarını ve sonuçta Allah’ı hatırlayıp O’na yönelmelerini sağlama gibi olumlu tesirleri sayesinde insanlar Allah’a yönelip kurtuluş için O’na yalvarır, hatta bundan böyle iyi birer kul olarak ödevlerini yerine getireceklerine söz verirler. Geçmişte ve günümüzde felâket anlarında Allah’ı anıp O’na sığınmayan pek az insan vardır. Ancak, birçok insan, sıkıntıdan kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski yanlış ve isyankâr tutumlarına döner. Söz konusu âyetler insanları bu zaafları hususunda uyarmakta, kendilerini dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğunu, dolayısıyla zor zamanlarda olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O’nu tanımaları, O’ndan yüz çevirmemeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.
De ki: “O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.
İnsanları bir belâdan kurtaran Allah, başka bir veya birçok belâya uğratmaya; onlara “üstlerinden veya ayaklarının altından” yani gökten ve yerden türlü felâketler göndermeye; hatta onların ihtiraslarını birbiriyle çatıştırarak, değişik mezhep, fırka gibi gruplara ayırarak birbirleriyle çarpışmalarını, savaşmalarını sağlamaya da kadirdir. Geçmişte insanoğlu beklemediği, ummadığı birçok semavî ve dünyevî felâketlerle karşılaşmış, şimdi de karşılaşmaktadır. İnsanoğlu, Allah’ın koyduğu kanunlardan sapmanın bedeli olarak, tabii âfetler denilenlerin yanında, bizzat kendi eliyle ortaya çıkardığı umulmadık belâlara da duçar olmaktadır. Nükleer felâketler, çevre kirlenmesi, tabiat düzeninin bozulması; ihtiraslardan veya ideoloji ayrılıklarından, din ve mezhep ayrılıklarından, ırkçılıktan ve bölgesel çıkar hesaplarından kaynaklanan ve kısa sürelerde yüz binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına, sakat düşmesine, aç ve açık kalmasına, ülkelerin harap olmasına yol açan savaşlar bu belâlardan bazılarıdır.
Âyetin, bölünüp parçalanmayı bir felâket olarak gösteren kısmı özellikle mânidardır. Gerçekten, Allah’ı tanıyıp O’nun buyruk ve kanunları uyarınca hayatlarını düzenlemekten uzaklaşan toplumlar genellikle ortak inanç ve fikirlerden, istek ve ideallerden uzaklaşmakta, sonuçta bu farklı fikir ve isteklerin çatışması insanları fiilî çatışmalara, fitne ve fesada, nihayet savaşlara kadar götürmektedir ki, âyet-i kerîmede bu durum, insanların Allah’tan yüz çevirmelerinin, O’nu unutarak fâni şeyleri birer tanrı gibi kabul edip onların peşine takılmalarının, nihayet onları Allah’a eş ve ortak tutmalarının bir sonucu olarak gösterilmiştir. Öyle görülüyor ki, insanoğlu malın mülkün, şan ve şöhretin, ihtiras ve şehvetin ve nihayet hak yoldan saptıran sahte önderlerin esiri olmaktan, onlara tapmaktan kurtularak yalnız Allah’ı rab bilip sadece O’ndan yardım dilemediği, O’nun buyruklarını kesin kanunlar olarak tanıyıp bunları hayata hâkim kılmadığı sürece âyetlerde işaret edilen bu tehlikelere de müstahak olacak, bilinen ve bilinmeyen birçok felâkete, âyetteki deyimiyle azaba mâruz kalacak ve Allah’tan başka hiçbir güç, hiçbir zekâ, hatta Allah’ın kitabında yer alan “hikmet”ten nasipsiz olan bilim ve teknoloji de bu felâketleri önleyemeyecek; aksine hikmetten mahrum kaldığı sürece bilim ve teknoloji yeni felâketlere yol açacaktır. Bu bakımdan yukarıdaki âyetler bütün insanlara, insanlığın selâmeti için mutlaka dikkate alınması gereken bir uyarıdır. Dolayısıyla 65. âyetin sonunda “anlasınlar diye...” buyurulmuştur.
O (Kur’an) hak olduğu hâlde, kavmin onu yalanladı. De ki: “Ben size vekil (sizden sorumlu) değilim.”[179]
Âyette şu mesaj verilmektedir: “Ben illa da sizi tasdike zorlayacak, yalanlamanızı engelleyecek, sizi Allah adına cezalandıracak, veya azap geldiği takdirde onu durduracak, sizi ondan koruyacak değilim. Ben, olmuş ve olacakları Allah’ın bana vahyettiği şekilde haber veririm.”
Bu âyete göre Hz. Peygamber’in kavmi (Mekke müşrikleri) onun peygamberliğinin ve bildirdiklerinin gerçek olduğunu gereğince anlayıp kavramadıkları gibi onu yalanlamışlardır. Bazı müfessirler burada “hak” (gerçek) olduğu belirtilenden maksadın Hz. Muhammed’in peygamberliği, bazıları da Kur’an-ı Kerîm olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak 63-66. âyetler topluca dikkate alındığında bu gerçeğin söz konusu âyetlerde yer alan azap uyarısı olduğu görüşü ağır basar. Müşrikler gerçeği yani Hak kelâmı olan Kur’an’ı veya hak peygamber olan Hz. Muhammed’in risâletini ya da Allah’ın, aslında kendileri ve bütün insanlık için hayatî önem taşıyan uyarılarını gerektiği gibi anlamamışlar ve bu yüzden yalanlayıp reddetmişlerdir. Artık onlar helâke müstehak olmuşlardır. Bu sebeple 66. âyette Resûlullah’a “Ben size kefil değilim” demesi emredilmiştir. “Kefil” olarak çevirdiğimiz vekîl kelimesi Kur’an dilinde “koruyan, kollayan, savunan, esirgemeye çalışan” gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber’in inkârcılara karşı aslî görevi davet, tebliğ ve uyarıdır; onların kalplerindeki bâtıl inançları zorla değiştirmek onun elinde değildir; dolayısıyla onlar adına bir kefalet yükümlülüğü de yoktur.
Her haberin gerçekleşeceği bir zamanı vardır. İleride bileceksiniz.
Hz. Peygamber, tebliğ ettiği Kur’an vasıtasıyla müşrikleri ve genel olarak dünyadaki bütün inkârcıları açık açık uyardığına göre, artık inkârcılık ve kötülüklerde direnenlerin müstehak oldukları felâketlerin vuku bulması kaçınılmazdır. “Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz” meâlindeki tehdit, esasta özellikle müşriklere ve hakkı tekzip eden bütün inkârcılaradır; ancak, İslâm’ın hakikatlerinden, Kur’an’ın hikmetlerinden uzaklaşacak derecede fikir ayrılıklarına düşen; hakkı bir yana bırakarak fırkalara, mezheplere bölünüp gurur, kibir, bencillik, menfaat ve ihtiraslar uğruna birbiriyle çarpışan müslümanlar için de âyetten alınacak dersler olduğunda kuşku yoktur.
Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.[180]
Konu ile ilgili olarak bakınız: Nisâ sûresi, âyet, 140.
“Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalmak”tan maksat, Kur’an-ı Kerîm’i alaya almak veya eleştirmeye kalkışmaktır. Âyet, bu şekilde davrananların –eğer engel olmak mümkün değilse– başka bir konuya geçinceye kadar yanlarından ayrılmayı emretmektedir. Aynı buyruk, daha sonra gelen bir başka âyette de tekrar edilmiştir (Nisâ
4:140). Fahreddin er-Râzî’nin naklettiğine göre âyetin asıl mâna ve maksadını dikkate alan bazı âlimler, inançsızların Kur’an’la ilgili kötü sözlerine karşı, yanlarından uzaklaşmanın dışında başka tepkiler de gösterilebileceğini belirtmişlerdir (XIII, 25). Aynı müfessir bu âyetteki havd kelimesini açıklarken –haklı olarak– “Havd, sözlükte eğlence tarzında ve aşırı derecede dalmayı ifade eder... Binaenaleyh, bazı Haşviyye’nin zannettiğinin aksine bundan, ilâhiyyât meselelerini derinlemesine inceleyip araştırmanın, istidlâl ve münazaranın, Allah’ın âyetlerine dalmaktır diye, haram olduğu sonucunu çıkarmaya kalkışılmamalıdır” der.
Bazı müfessirler, âyette sadece Hz. Peygamber’e hitap edildiğini, dolayısıyla buyruğun da yalnız ona yönelik olduğunu ileri sürmüşlerse de yaygın kanaate göre âyetin asıl muhatabı hem Resûlullah hem ümmetidir (bk. Taberî, VII, 228-229; İbn Atıyye, II, 303-304; M. Reşîd Rızâ, VII, 508). Muhatabın Hz. Peygamber dışındaki müslümanlar olduğu da söylenmiştir. Ancak, beşer olması itibariyle Hz. Peygamber’in de bazı şeyleri unutabileceğini, bunu bizzat kendisinin kabul ettiğini bildiren hadisler de vardır. Bu hadislerin birinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Ben, ancak bir beşerim; sizin gibi ben de unutabilirim...” (Buhârî, “Salât”, 31; Müslim, “Mesâcid”, 89, 92, 93, 94).
Âyette bu tâlimatın unutulması halinde oturmaktan ötürü günahkâr olunmayacağı (zira unutma meşrû bir mazerettir), ancak hatırlayınca artık “zalimler”le oturmamak gerektiği ifade ediliyor. Kur’an aleyhinde konuşanlara “zalimler” denilmesi, onların konuşmalarının iyi niyetli, adaletli, gerçeklere dayalı olmadığını; aksine tahkir, tezyif ve iptal amacı taşıyan asılsız ve gerçek dışı konuşmalar olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu âyet bize, Allah’ın âyetlerine dil uzatmadıkları, İslâmî değerlere karşı saygısızca sözler sarfetmedikleri sürece, yanlış inanç ve görüşteki insanlarla bir arada oturulup konuşulabileceğini göstermektedir. Kanaatimizce “Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalma”, onlarla eğlenme ya da onları reddetme, bu birlikteliği ortadan kaldıran en temel sebepse de, bu bir örnek olup, düşmanlık duygularına dayalı daha başka kötü ve yanlış söz veya davranışta bulunan kimseleri de terketmek gerekir. Nitekim gıybet eden kimselerin meclislerini terketmeyi emreden hadisler de vardır (Dârimî, “Mukaddime”, 23). Esasen “Hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma” ifadesindeki “zalimler” nitelemesi de bunu gösteriyor. Çünkü “zulüm”, başta inkârcılık olmak üzere her türlü haksızlık ve adaletsizliği, kasıtlı kötülükleri kapsamaktadır (zulüm hakkında bilgi için bk. Bakara
2:54).
Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, onların hesabından bir şey (sorumluluk) yoktur. Fakat üzerlerine düşen bir hatırlatmadır. Belki sakınırlar.
Takvâ sahibi müminler yani Allah’a ve O’nun kanunlarına saygı duyup bunları ihlâl etmekten sakınan müslümanlar, şayet Allah’ın âyetlerine dil uzatan zalimlerin yanında bulunmak zorunda kalırlarsa, belki sakınırlar ve vazgeçerler diye onları uyarmalıdırlar. Bu durumda kendileri de sorumluluktan kurtulurlar. Abdullah b. Abbas’ın belirttiğine göre bazı sahâbîler, inkârcıların her tarafta Kur’an’a dil uzattıklarını söyleyerek, bu durum karşısında onlardan uzaklaşmaları mecbur kılınırsa Harem-i şerif’te bulunmalarının bile imkânsız hale geleceğinden endişe ettiklerini belirtmişler, bunun üzerine ruhsat mahiyetindeki 69. âyet nâzil olmuştur (Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 105).
Âyette herkesin hesabının (sorumluluk) kendisine ait olduğu belirtilerek, bir bakıma, müslümanların görevinin, ne pahasına olursa olsun, diğerlerinden gelen saçma itirazlara, haksız tenkitlere cevap yetiştirmek, böylece faydasız, hatta daha da inatlaşmaya yol açabilecek polemiklere girmek olmadığı, sadece işin doğrusunu beyan edip uyarmanın yeterli bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim 70. âyetin başlangıcı da bunu göstermektedir.
Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak. Hiç kimsenin kazandığı yüzünden mahrumiyete sürüklenmemesi için Kur’an ile öğüt ver. Yoksa ona Allah’tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi. (Kurtuluşu için) her türlü fidyeyi verse de bu ondan kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanıp kalmalarından dolayı onlara çılgınca kaynamış bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.
Kuşkusuz her konu gibi din hususunda da ilmî ve fikrî değerlendirmeler önemli olmakla birlikte; insanların maddî ve mânevî, ferdî ve sosyal, dünyevî ve uhrevî yönleriyle bütün hayatlarını çok yakından ilgilendiren, tarihin bütün dönemlerinde insanlığı derinden etkileyen din müessesesini önemsiz gibi telakki ederek oyun ve eğlence haline getiren insanlar artık kendileriyle konuşup tartışmaya bile değmeyecek kadar bayağılaşmış olurlar. Bu tür insanlar dünya hayatını yegâne ilgi konusu yaparak dünyanın geçici zevklerine kapıldıkları, onları her şeyin üstünde tuttukları için dini bir tür eğlence gibi düşünerek putları veya buna benzer şeyleri tanrılaştırırlar; yahut ferdin ve toplumun mânevî, ruhî, zihnî, bedenî ve dünyevî hayatını şekillendirecek olan hak dini, üzerinde ciddiyetle düşünüp benimseyecekleri yerde, alaya alırlar.
Fahreddin er-Râzî’ye göre (XIII, 27-28) çeşitli âyetlerde geçen ve dünya hayatının gerçekte bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bildiren açıklamalar (meselâ bk. En‘âm
6:32; Ankebût
29:64; Hadîd
57:20) dikkate alındığında bu âyetteki “dini bir oyuncak ve bir eğlence edinme” ifadesinin mânası daha iyi anlaşılır. Buna göre asıl oyun ve eğlence sayılması gereken şey dünya hayatıyla ilgili geçici arzu ve tutkulardır. Hakiki dindarlar, gerçeklik ve doğruluğu delillerle ispatlanmış olan hak dine bağlanıp destek olan kimselerdir. Buna karşılık dini, mevki ve mansıp kazanmak, rakiplerini yenilgiye uğratmak ve servete ulaşmak için araç haline getirenler dine sadece dünya menfaatleri için bağlanır ve bu suretle aslında dünya hayatını değil de dini oyun ve eğlence haline getirmiş olurlar. Râzî’nin getirdiği bu yorum, sahte dindarlığı çok iyi tanımlaması bakımından önemli sayılabilir.
De ki: “Allah’ı bırakıp da bize faydası olmayan, zararı da dokunmayan şeylere mi tapalım? Allah, bizi hidayete kavuşturduktan sonra gerisingeri (şirke) mi döndürülelim? Arkadaşları ‘bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları hâlde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp şeytanların ayarttığı kimse gibi mi (olalım)?” De ki: “Hiç şüphesiz asıl doğru yol Allah’ın yoludur. Bize âlemlerin Rabbine boyun eğmek emrolundu.”
Müslümanlar, kendilerini eski bâtıl dinlerine döndürmeye çalışan müşriklerin kötü emellerine karşı uyarılmaktadır. Nitekim müşrikler kendi akraba ve dostları olan müslümanları İslâm’dan dönmeleri için ikna etmeye çalışmışlar; hatta giderek onlara bu yönde şiddetli baskılar uygulamışlardır. Kur’an başka yerlerde bu sözlü ve fiilî baskıyı veya bu baskı sebebiyle dinden dönmeyi ölmekten daha büyük ve daha şiddetli bir fitne olarak nitelemiştir (Bakara
2:191, 217; fitnenin anlamı konusunda geniş bilgi için bk. Bakara
2:191). Bu âyette, güzel bir teşbihle, müslümanları inkâr ve irtidada çağıran müşrikler, insanların aklını çelip yolunu şaşırtan şeytanlara; onların bu çağrısına aldananların durumu, şeytanların veya cinlerin aldatması ya da büyüsüyle aklî dengesi bozulduğu için yolunu kaybedip ne yapacağını bilemez bir halde ortalıkta şaşkın kalan kimsenin durumuna; Allah’ın insanları hak dine ve imana davet etmesi de bir kimseyi gerçek dostlarının doğru yola çağırmasına benzetilmiştir (İbn Âşûr, VI, 302-303).
Âyette “... Bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım?” ifadesinden putlar kastedilmiştir. Bununla birlikte âyetin maksadı göz önüne alındığında burada her dönemdeki müslümanların, gerek sapık inançlı ve kötü fikirli insanlar, gerekse akılları karıştırıp zihinleri bulandıran çevreler, kurumlar tarafından gelebilecek ve kendilerini dinlerinden döndürecek veya dinlerinin gereklerini yerine getirmekten alıkoyacak olan bütün menfi teşebbüslere karşı bir uyarı olduğunda kuşku yoktur. Böyle durumlarda müslüman, “Allah’ın hidayeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rabbine teslim olmamız emredilmiştir” demeyi bilmelidir.
Bir de, bize, “Namazı dosdoğru kılın ve Allah’a karşı gelmekten sakının” diye emrolundu. O, huzurunda toplanacağınız Allah’tır.
“Namazı dosdoğru kılın ve Allah’tan korkun” diye de (emrolundu). O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah’tır.
O, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak yaratandır. Allah’ın “ol” deyip de her şeyin oluvereceği günü hatırla. O’nun sözü gerçektir. Sûr’a üflendiği gün de mülk (hükümranlık) O’nundur. Gaybı da, görülen âlemi de bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.
“Üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tanımlanan sûrun benzer açıklamaları hadislerde de geçmektedir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen ve çok güçlü ses çıkaran boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir. Âhiretle ilgili diğer haberler gibi sûr hakkındaki bilgiler de insan aklının kapasitesini aşan, naslarda nasıl bildirilmişse öylece inanılması gereken hususlardır. Ancak sûru, sûretin çoğulu olarak suver şeklinde okuyanlar da vardır. Buna göre âyetin mânası şöyledir: Sûretlere (ölülerin bedenlerine ruhları veya hayatları) üfleyeceği günde hükümranlık Allah’ındır (Râzî, XIII, 33).
Hani İbrahim, babası Âzer’e, “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
Kur’an-ı Kerîm’de sadece bu âyette Hz. İbrâhim’in babasının ismi olarak geçen Âzer kelimesinin menşei ve söz konusu kişinin asıl ismi olup olmadığı tartışmalıdır. Bu ismin, “işini sağlam yapan, güçlü” anlamındaki İbrânîce âzûr kelimesinden Arapçalaştırıldığı veya yine İbrânîce elizer kelimesinin galat-ı meşhuru olduğu gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Tevrat’ta ve diğer İbrânîce kaynaklarda Hz. İbrâhim’in babasının ismi Terah şeklinde geçmektedir. Nitekim Zemahşerî de buna işaret eder (II, 23). Batılı bazı araştırmacılara göre eski bir kaynaktaki Therra isminin değiştirilmiş şekli olan Athar, İslâm dünyasına Âzer olarak geçmiştir. Müslüman tarihçiler ve müfessirler bu kişiyi hem Âzer hem de Târih (veya Târah) b. Nahor diye anarlar ve bu isim farklılığını değişik şekillerde açıklarlar. Gerek eski dönemlerde gerekse zamanımızda bir dilden başka bir dile geçen isimlerin çeşitli değişikliklere uğradığı görülür. Hz. İbrâhim’in babasının ismi de Araplar’a Âzer olarak geçmiş, Kur’an’da da bu ismi zikredilmiştir. Çünkü eğer Kur’an’da bu kişi Târah diye anılsaydı, her konuda Hz. Peygamber’in açığını arayan müşrikler Resûlullah’ın sözünü ettiği kişinin ismini bile yanlış bildiğini söyleyerek itibarını sarsmaya kalkışacaklardı.
Âzer’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ahd-i Atîk’te Nahor’un oğlu olduğu, putlara taptığı, 205 yaşında Harran’da öldüğü söylenir (Tekvîn,
11:31-32; Yeşû,
24:2). Tevrat tefsirlerinde put ustası olduğu, sonraları tövbe ettiği ileri sürülmüşse de Kur’an-ı Kerîm’e göre (Tevbe
9:114; Meryem
19:41-49) o, oğlu İbrâhim’in bütün ısrar ve ikazlarına rağmen putperestlikten vazgeçmemiş ve bu yüzden İbrâhim’in, onun affedilmesi için yaptığı dua kabul edilmemiştir (Hz. İbrâhim’in hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi için bk. Bakara 2/ 124).
İşte böylece İbrahim’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlığı ve nizamı[181] gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun.
Meâldeki “hükümranlık ve nizam” ifadesi, âyetteki “melekût” kelimesinin karşılığıdır. Melekût, Allah’a özgü hükümranlık demektir. “Melekûtu göstermek” de Yüce Allah’ın kâinata koyduğu, hissedilebilen veya hissedilemeyen muazzam nizamı ve tabiat kanunlarını araştırıp anlayabilecek, inceliklerini kavrayabilecek yeteneğin verilmesidir.
Melekût aslında milk gibi masdar olup dilcilere göre sonundaki “ût” eki kelimeye mübalağa anlamı kazandırmaktadır. Buna göre melekût, “tam olarak sahip ve mâlik olmak” demektir. Nitekim Zemahşerî, bu anlamını dikkate alarak kelimeyi “rubûbiyyet ve ulûhiyyet” şeklinde tefsir etmiştir (II, 24). Melekût, “mülk”le eş anlamlı olarak “Allah’ın hükümranlık ve yönetimi” şeklinde de açıklanmıştır. İbn Âşûr, her iki halde de kelimenin mecazi olarak geçtiğini ve buradaki hakiki anlamının “memlûk” (sahip ve mâlik olunan şeyler) olduğunu ifade eder (VII, 316). 83. âyeti dikkate alarak “hüccet” anlamı taşıdığını da düşünmek mümkündür. Biz, bu anlamı da dikkate alarak ilgili kısmı “İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk” şeklinde çevirdik. Nitekim Zemahşerî de bu kısmı, “Onun düşünce yeteneğini güçlendiriyorduk, istidlâl yöntemine ulaştırıyorduk” şeklinde açıklamıştır (II, 24). Bu açıklamalara göre âyet şu mânaya gelmektedir: Putlara tapan kavminin ve babasının dalâlette olduğunu gören, bu yüzden babasını ikaz eden İbrâhim’e biz, göklerde ve yerde mülkiyet ve tasarrufumuz altında bulunan şeylerin mahiyetlerini, hakikatlerini açık seçik gösterdik; bunların bizden başka yaratıcısı ve yöneticisi olmadığı hususunda onu bilgilendirdik ve bütün bunları, kuşku götürmez kesinlikte bir imana ulaşsın diye yaptık.
Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi.
Milâttan önce 2100’lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah’ın birliği esasına dayalı dinî geleneğin (Hanîflik) önderi olarak bilinen Hz. İbrâhim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış; gelip geçici ve değişken bir varlığın tanrı olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı “Ben, Hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır.
İbn Âşûr, 78. âyetteki “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” şeklindeki ifadeden, İbrâhim’in bu gözlemi tek başına yapmadığı, yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı ifadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah’ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O’na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur’an’ın temel tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur’an’ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Ay’ı doğarken görünce de, “İşte Rabbim!” dedi. Ay da batınca, “Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum” dedi.
Milâttan önce 2100’lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah’ın birliği esasına dayalı (Hanîf) dinî geleneğin önderi olarak bilinen Hz. İbrâhim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış; gelip geçici ve değişken bir varlığın tanrı olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı “Ben, Hanîf olarak yüzümü (bütün varlığımla), gökleri ve yeri yoktan yaratan (dolayısıyla sizin tapmakta olduğunuz yıldızları, ayı ve güneşi de yaratan) Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır. İbn Âşûr, 78. âyetteki “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” şeklindeki ifadeden, İbrâhim’in bu gözlemi tek başına yapmadığı, yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı ifadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah’ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O’na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur’an’ın hâkim tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur’an’ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Güneşi doğarken görünce de, “İşte benim Rabbim! Bu daha büyük” dedi. O da batınca (kavmine dönüp), “Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi.
Milâttan önce 2100’lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah’ın birliği esasına dayalı (Hanîf) dinî geleneğin önderi olarak bilinen Hz. İbrâhim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış; gelip geçici ve değişken bir varlığın tanrı olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı “Ben, Hanîf olarak yüzümü (bütün varlığımla), gökleri ve yeri yoktan yaratan (dolayısıyla sizin tapmakta olduğunuz yıldızları, ayı ve güneşi de yaratan) Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır. İbn Âşûr, 78. âyetteki “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” şeklindeki ifadeden, İbrâhim’in bu gözlemi tek başına yapmadığı, yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı ifadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah’ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O’na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur’an’ın hâkim tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur’an’ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
“Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
Milâttan önce 2100’lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah’ın birliği esasına dayalı (Hanîf) dinî geleneğin önderi olarak bilinen Hz. İbrâhim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış; gelip geçici ve değişken bir varlığın tanrı olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı “Ben, Hanîf olarak yüzümü (bütün varlığımla), gökleri ve yeri yoktan yaratan (dolayısıyla sizin tapmakta olduğunuz yıldızları, ayı ve güneşi de yaratan) Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır. İbn Âşûr, 78. âyetteki “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” şeklindeki ifadeden, İbrâhim’in bu gözlemi tek başına yapmadığı, yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı ifadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah’ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O’na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur’an’ın hâkim tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur’an’ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: “Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?”
Hz. İbrâhim’in, Allah’ın birer âyeti olan tabii varlıklardan istidlâlle O’nun birliğine dair ortaya koyduğu bu açık ve kesin delillere karşı kavmi de kendi inançlarının doğruluğunu kanıtlamak için onunla tartışmaya, deliller ileri sürmeye kalkışmışlardır. Âyette bu delillerin zikredilmemesi, onların anılmaya bile değmeyecek kadar temelsiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. İbrâhim’in “Allah hakkında (O’nun eşi, benzeri ve ortağı olduğunu kanıtlamak için) benimle tartışıyor musunuz?” şeklindeki ifadesi de onların iddialarının saçmalığına işaret etmektedir.
Burada açıkça bildirilmemekle beraber Hz. İbrâhim’in “Ben sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan korkmam” demesinden, kavminin onu, tanrılarının öfkelenerek kendisini cezalandırmasıyla tehdit ettikleri anlaşılmaktadır. İbrâhim aleyhisselâm bu tehdide aldırış etmemekle birlikte, iyi bir mümin olarak, ilmi her şeyi kuşatan ve bu suretle bütün olup bitenler gibi kendisinin hal ve hareketlerini de eksiksiz bilen Allah’tan korktuğunu ifade etmiş; böylece fayda ve zararın da Allah’tan geldiğine, O’nun ilim ve iradesine bağlı bulunduğuna olan inancını ortaya koymuştur.
Âyetin sonundaki “Hâlâ ibret almıyor musunuz?” şeklindeki uyarıyla Hz. İbrâhim, kavmini, putperestlikle kendisinin kesin delillerle kanıtladığı tevhid inancı arasında doğru öncüllere dayalı aklî değerlendirme ve mukayese yapmaya, bu suretle hakikati bulup tanımaya çağırmıştır.
“Allah’ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım? Öyle ise iki taraftan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin.”
Benzer mantıkî değerlendirme ve uyarılar bu âyette de devam etmekte ve sonuç olarak, mutlaka taraflardan biri inancı sayesinde güvenliğe kavuşacağına göre hangi tarafın, ilmi her şeyi kuşatan, fayda ve zararın yaratıcısı olan Allah’a ortak koşup isyan edenlerin mi, yoksa O’nun birliğine ve hükümranlığına inanıp yolundan gidenlerin mi güvence içinde oldukları sorulmaktadır. “Eğer biliyorsanız” kaydıyla da bu soruya yalnız bilgi sahibi olanların doğru cevap verebileceklerine, dolayısıyla bâtıl inançlardan kurtulma hususunda bilginin önemine işaret edilmektedir.
İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.
Ağırlıklı görüşe göre bu âyetteki ifade de Hz. İbrâhim’e aittir ve onun “İki taraftan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” şeklindeki sorusuna yine kendisi tarafından verilen cevaptır. Sorunun soran tarafından cevaplandırılması, başka bir cevabın bulunmamasından dolayıdır. “(Allah’a) inanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar” ifadesi, söz konusu kavmin Allah’a inanmakla birlikte, Tanrı saydıkları başka şeyleri O’na ortak koştuklarını göstermektedir. Âyetteki zulümden maksat, Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü zulmün asıl anlamı, “hak sahibinin hakkını tanımamak, vermemektir.” Ulûhiyyet ve rubûbiyyet yalnızca Allah’a ait olduğu halde, başka varlık ve nesneleri de Tanrı yerine koymak, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki hakkını tanımamaktır. Nitekim Hz. Peygamber de “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na kulluk edip hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamaktır” (Buhârî, “Tevhîd”, 1; Müslim, “Îmân”, 48-51) buyurmuştur. Sahih kaynaklarda nakledilen bir rivayete göre bu âyet geldiğinde müslümanlar, hayat boyunca zulümden uzak durmanın kendileri için mümkün olmadığını düşünerek telâşa kapılmışlar; bunun üzerine Resûlullah âyete şu şekilde açıklık getirmiştir: “Bu sizin düşündüğünüz zulüm değildir. Burada Lokmân’ın oğluna hitaben söylediği “Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” (Lokmân
31:13) meâlindeki âyette geçen zulüm kastedilmiştir” (Buhârî, “Enbiyâ”, 41).
İşte kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz delillerimiz.. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
Âyet metnindeki “hüccet”ten maksat, Hz. İbrâhim’in gözlemleri ve aklî istidlâlleriyle ulaştığı kesin sonuçlarla ortaya koyduğu delillerdir. Âyetteki “alâ” edatı bu delillerin hasmı susturacak doğruluk ve sağlamlıkta olduğuna işaret eder. Bu delillerin ilâhî bir lutuf olarak gösterilmesinden sonra “Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz” buyurulması, bu tür gözlemler yapmanın sadece İbrâhim’e mahsus olmadığını, başkalarının da buna benzer metotlarla doğru sonuçlara ulaşabileceklerini; ayrıca, eşya ve olaylar üzerinde düşünerek bunlardan aklî ve ilmî bakımdan doğru sonuçlar çıkaran insanların Allah nezdindeki derece ve itibarlarını gösterir. Nitekim âyetin sonunda Allah Teâlâ kendi zatının ululuğunu da ilim ve hikmetteki kemaline işaret ederek ifade buyurmuştur.
Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik. Daha önce Nûh’u da hidayete erdirmiştik. Zürriyetinden Dâvud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u da. İyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
Önceki âyetlerde Hz. İbrâhim’in gözlem ve istidlâl metoduyla ortaya koyduğu tevhid akîdesinden söz edildikten sonra bu âyetlerde İbrâhim’in sahip olduğu akîdenin bütün peygamberlerce benimsenen mutlak hakikat olduğu anlatılmaktadır. 84. âyette, Hz. İbrâhim’in imanda hakikate ulaşma ve tevhid akîdesini hâkim kılma çabasının bir ödülü olmak üzere kendisine İshak adlı bir oğul ve Ya‘kub adlı bir torun armağan edildiği belirtiliyor.
Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerden idi.
Önceki âyetlerde Hz. İbrâhim’in gözlem ve istidlâl metoduyla ortaya koyduğu tevhid akîdesinden söz edildikten sonra bu âyetlerde İbrâhim’in sahip olduğu akîdenin bütün peygamberlerce benimsenen mutlak hakikat olduğu anlatılmaktadır. 84. âyette, Hz. İbrâhim’in imanda hakikate ulaşma ve tevhid akîdesini hâkim kılma çabasının bir ödülü olmak üzere kendisine İshak adlı bir oğul ve Ya‘kub adlı bir torun armağan edildiği belirtiliyor.
İsmail’i, Elyasa’ı, Yûnus’u ve Lût’u da doğru yola erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün kılmıştık.
Önceki âyetlerde Hz. İbrâhim’in gözlem ve istidlâl metoduyla ortaya koyduğu tevhid akîdesinden söz edildikten sonra bu âyetlerde İbrâhim’in sahip olduğu akîdenin bütün peygamberlerce benimsenen mutlak hakikat olduğu anlatılmaktadır. 84. âyette, Hz. İbrâhim’in imanda hakikate ulaşma ve tevhid akîdesini hâkim kılma çabasının bir ödülü olmak üzere kendisine İshak adlı bir oğul ve Ya‘kub adlı bir torun armağan edildiği belirtiliyor.
Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bir kısmını da. Bütün bunları seçtik ve bunları dosdoğru bir yola ilettik.
Araplar’ın ataları olarak bildikleri (Hac
22:78) ve saygı duydukları İbrâhim’le birlikte on sekiz peygamberin ismi zikredilerek hepsinin de hidayet üzere yaşadıkları, iyi ve sâlih kimselerden oldukları, bunların atalarından ve zürriyetlerinden de, Allah’ın fazlu keremiyle, âlemlere üstün kılınmış kimselerin bulunduğu; bütün bu sayılanların doğru yoldan giderek hidayete kavuşturulmuş seçkin insanlar olduğu ifade edildikten sonra “İşte bu, Allah’ın hidayetidir; O, bununla kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar (siz Kureyş müşrikleri gibi) Allah’a ortak koşsalardı, yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi” buyurularak, Câhiliye Arapları’nın, ataları İbrâhim’in de içinde bulunduğu bu üstün insanların gittikleri doğru yoldan saptıklarına zımnen işaret edilmektedir.
İşte bu, Allah’ın hidayetidir ki, kullarından dilediğini buna iletip yöneltir. Eğer onlar da Allah’a ortak koşsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmişti.
Araplar’ın ataları olarak bildikleri (Hac
22:78) ve saygı duydukları İbrâhim’le birlikte on sekiz peygamberin ismi zikredilerek hepsinin de hidayet üzere yaşadıkları, iyi ve sâlih kimselerden oldukları, bunların atalarından ve zürriyetlerinden de, Allah’ın fazlu keremiyle, âlemlere üstün kılınmış kimselerin bulunduğu; bütün bu sayılanların doğru yoldan giderek hidayete kavuşturulmuş seçkin insanlar olduğu ifade edildikten sonra “İşte bu, Allah’ın hidayetidir; O, bununla kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar (siz Kureyş müşrikleri gibi) Allah’a ortak koşsalardı, yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi” buyurularak, Câhiliye Arapları’nın, ataları İbrâhim’in de içinde bulunduğu bu üstün insanların gittikleri doğru yoldan saptıklarına zımnen işaret edilmektedir.
Onlar kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şunlar (inanmayanlar) bunları tanımayıp inkâr ederlerse, biz onları inkâr etmeyecek olan bir kavmi, onlara vekil kılmışızdır.[182]
Yani ilâhî kitaplara, onların hükümlerine ve peygamberlerin davetine uyacak mü’minler bulunacaktır.
Yüce Allah’ın, anılan peygamberlere verdiği kitaptan maksat, peygamberlere gönderilen ilâhî mesajlar bütünü veya genel olarak ilim ve mârifettir. Âyet metnindeki hüküm, bizim tercih ettiğimiz şekilde hikmet, yani doğrular ve yanlışlar, iyilik ve kötülükler hakkındaki gerçek ve kuşatıcı bilgi şeklinde yorumlandığı gibi hükümdarlık olarak da anlaşılmıştır. “Nübüvvet”ten maksat ise peygamberliktir. Bu yüce şahsiyetlerden bazılarına bu lutufların tamamı, bazılarına da biri veya ikisi verilmiştir.
İşte, o peygamberler, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. (Ey Muhammed!) Sen de onların tuttuğu yola uy. De ki: “Bu tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’an), bütün âlemler için ancak bir uyarıdır.”
Allah’ın bu kişileri hidayete erdirdiği, tarihî bir hakikati kesin olarak ortaya koymak bakımından, bir defa daha vurgulandıktan sonra Hz. Muhammed’e, son peygamber olarak onların hidayetine uyup aynı evrensel hakikati devam ettirmesi emredilmiştir. Burada Araplar’a ve Kur’an’ın muhatabı olan herkese, Hz. Muhammed’in görülmemiş duyulmamış bir din icat etmediğine, aksine, geçmiş peygamberlerin sünnetini devam ettirdiğine ilişkin dolaylı bir hatırlatma da vardır. Ayrıca Resûlullah’a, seleflerinden birini veya bir kısmını örnek almak yerine, hepsinin hidayetine uyması, meziyetlerini kendisinde toplaması emredilmiştir. Bu buyruk hangi devir, ülke, millet ve kültüre ait olursa olsun, evrensel gerçekliğin, doğruluk ve iyiliğin benimsenmesi ve yaşatılması gerektiğine işaret etmekte; Hz. Peygamber’den de bu değerlere sahip çıkmasını istemektedir.
Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.[183] Çünkü, “Allah, hiç kimseye hiçbir şey indirmedi” dediler.[184] De ki: “Mûsâ’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği, parça parça kâğıtlar hâline koyup ortaya çıkardığınız, pek çoğunu ise gizlediğiniz; (kendisiyle) sizin de, babalarınızın da bilmediği şeylerin size öğretildiği Kitab’ı kim indirdi?” (Ey Muhammed!) “Allah” (indirdi) de, sonra bırak onları, içine daldıkları batakta oynayadursunlar.
183. Yani Allah’ı, şanına yaraşır şekilde tanımadılar, bilemediler.184. Yahudiler, Peygamberi ve ona indirilen Kur’an’ı inkâr etmek uğruna, kendi peygamberlerini ve kitaplarını inkâr etme durumuna düşmüşlerdi.
Bu âyet, peygamberler ve onların gösterdikleri hidayet yolu, getirdikleri dinler ve kitaplarla ilgili önceki âyetlerin bir sonucu olarak görünmektedir.
“Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi” diyerek bütün peygamberleri ve ilâhî kitapları inkâr edenlerin kim veya kimler olduğu hususunda tefsirlerde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre bu sözü söyleyen kişi bir yahudi hahamıdır. İbn Abbas’a isnad edilen bir rivayete göre Hz. Peygamber kendisiyle tartışmaya kalkışan bu hahama “Tevrat’ı Mûsâ’ya indiren Allah için doğru söyle, Tevrat’ta Allah’ın şişman hahamı sevmeyeceği yazılmış mıdır?” diye sormuş; kendisi de şişman olan haham, bu söze öfkelenerek “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi” demiştir (Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 164). Bu rivayetin doğruluğunu kabul eden müfessirlere göre En‘âm sûresi Mekkî olmakla beraber 91. âyet Medine’de inmiştir. Çünkü Mekke’de yahudi cemaati bulunmadığından böyle bir tartışmadan da söz edilemez.
Ancak söz konusu rivayetin sıhhati tartışmalıdır. Öncelikle Resûlullah’ın bir insanı şişmanlığından dolayı küçük düşürmesi onun üstün ahlâkıyla bağdaşmaz. Çünkü o, insanların dinî ve ahlâkî kusurlarını bile yüzlerine vurmaz; “İçinizde şöyle şöyle yapanları görüyorum” gibi sözlerle uyarılarını isim vermeden yapardı. Ayrıca, bir yahudi din adamının bütün peygamberleri ve kitapları inkâr etmesi inanılır gibi görünmüyor. Söz konusu rivayette hahamın bu inkârı üzerine, yahudilerin kendisini görevinden uzaklaştırarak yerine Kâ‘b b. Eşref’i getirdikleri belirtiliyor. Ancak Kâ‘b’ın Arap asıllı ve bir Arap kabilesinin lideri olması göz önüne alınırsa, bu rivayetin asılsız olma ihtimali daha da artar.
Bu durum karşısında, âyette peygamberleri ve kitapları inkâr ettikleri bildirilenlerin müşrik Araplar olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Onlar bu gibi inkârcı ifadeleriyle, önceki âyetlerde bir kısmı isimleriyle anılan peygamberleri, aynı âyetlerde üzerinde durulan Allah’ın hidayetini, tebliğlerini ve dolayısıyla insanlara yönelik rahmetini inkâr etmiş; bu suretle Allah’ı gerektiği şekilde tanımadıklarını, hakkıyla takdir etmediklerini göstermişlerdir.
Onların bu tutumlarına karşı yüce Allah, peygamberine şu soruyu sormasını öğütlemiştir: “Öyleyse Mûsâ’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı (Tevrat’ı) kim indirdi?” Çünkü Araplar yahudi olmamakla birlikte, daha çok ticarî seyahatler esnasında az çok bilgi edindikleri Yahudiliğe, onun peygamberlerine ve kutsal kitabına bir ölçüde saygı duyuyorlardı. Âyette bu duruma da işaret edilerek, buna rağmen “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi” demelerinin bir çelişki olduğu ortaya konmuştur.
İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır.[185] Ahirete iman edenler, ona da inanırlar. Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.
Bu sûrenin 90. âyetinde ifade edildiği üzere, İslâm evrensel bir dindir. Dolayısıyla, Mekke civarındaki insanlar ifadesi tüm dünya insanlığını kapsar.
“Allah hiçbir insana (peygambere) hiçbir şey indirmedi” diyenlere âyet şu cevabı veriyor: “İşte bu Kur’an, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz, kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır.” Böylece âyette Kur’an, vahyin ve nübüvvetin gerçek olduğunu belgeleyen canlı ve güncel bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in mübarek diye nitelendirilmesi, ona inanıp gereğince yaşayanların dünya ve âhiret hayatları için feyiz, bereket, mutluluk ve huzur kaynağı olmasından dolayıdır.
Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları tasdik etmesi iki noktada toplanır: Öncelikle bazı eski kitaplarda yer alan Hz. Muhammed’in risâletine ilişkin müjde, Kur’an’ın inzâli ile fiilen gerçekleşmiş; bu suretle Kur’an eski kitaplardaki müjdeyi tasdik etmiş, yani doğruluğunu kanıtlamıştır. İkinci olarak Kur’an başta Allah’ın birliği, nübüvvet ve âhiret gibi itikadî konular olmak üzere birçok esasta ve hükümde eski kitaplarla tam bir uyum içinde olmuştur. Bu da Kur’an’ın onlar hakkındaki bir tasdikidir. Kur’an’ın, geçmiş dinlerdeki bazı amelî hükümleri değiştirmesi veya kaldırması ve onlarda bulunmayan yeni hükümler getirmesi tamamen değişen ve gelişen şartlarla ilgili olup o dinlerin kutsal kitaplarını tasdik edici özelliğini bozmaz.
Mekke’nin “Ümmülkurâ” diye anılması bölgenin din ve ticaret merkezi, bilhassa hac mahalli olması, ayrıca Arabistan’ın en eski mâbedi sayılan Kâbe’nin orada bulunmasından (Âl-i İmrân
3:96-97) dolayıdır.
Kur’an evrensel bir kitap olmakla birlikte vahyin ilk muhatapları Mekke ve çevresinde yaşayan Araplar olduğu için Mekke’de inen En‘âm sûresinin bu âyetinde de, tabii olarak, öncelikle buralardaki insanların uyarılması üzerinde durulmuştur.
93. “Allah’a karşı yalan uyduran”dan maksat, Allah’ın hiçbir insana hiçbir şey indirmediğini ileri sürenlerdir veya bu âyet, müşriklerin “Kur’an Muhammed’in uydurmasıdır” şeklindeki iftiralarına (bk. Furkan
25:4; Hâkka
69:44-46) karşı bir cevaptır. Zira Allah’a ait olmayan sözleri O’na isnat etmek, Allah’a karşı bir iftira ve büyük bir haksızlık olup Hz. Muhammed böyle bir davranışta bulunmaktan münezzehtir.
Bazı müfessirlere göre bu âyetteki, bir kısım inkârcıların, kendilerine de vahiy geldiğini yahut kendilerinin de Kur’an’dakine benzer âyetler ortaya koyabileceklerini ileri sürdüklerini belirten açıklamalar bu âyetin Medine’de indiğini göstermektedir. Çünkü Medine döneminde Müseylemetülkezzâb ve Esved el-Ansî isimli yalancı peygamberler bu tür iddialarda bulunmuşlar; ayrıca söylendiğine göre yine Medine’de, eski bir vahiy kâtibi iken irtidad eden Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Allah’ın indirdiklerine benzer âyetleri kendisinin de ortaya koyabileceğini söylemeye kalkışmıştır. Ancak bu gerekçeler âyetin Medine’de indiğini kanıtlamak için yeterli görülmemiştir. Zira Mekke müşrikleri arasında da istihza maksadıyla benzer iddialarda bulunanlar olmuştur. Ayrıca 93. âyetle, Mekke’de indiği kesin olan 94. âyet arasındaki güçlü alâka da 93. âyetin Mekkî olduğunu göstermektedir (İbn Âşûr, VII, 375-376; Ateş, III, 201-202).
Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!
“Allah’a karşı yalan uyduran”dan maksat, Allah’ın hiçbir insana hiçbir şey indirmediğini ileri sürenlerdir veya bu âyet, müşriklerin “Kur’an Muhammed’in uydurmasıdır” şeklindeki iftiralarına (bk. Furkan
25:4; Hâkka
69:44-46) karşı bir cevaptır. Zira Allah’a ait olmayan sözleri O’na isnat etmek, Allah’a karşı bir iftira ve büyük bir haksızlık olup Hz. Muhammed böyle bir davranışta bulunmaktan münezzehtir. Bazı müfessirlere göre bu âyetteki, bir kısım inkârcıların, kendilerine de vahiy geldiğini yahut kendilerinin de Kur’an’dakine benzer âyetler ortaya koyabileceklerini ileri sürdüklerini belirten açıklamalar bu âyetin Medine’de indiğini göstermektedir. Çünkü Medine döneminde Müseylemetülkezzâb ve Esved el-Ansî isimli yalancı peygamberler bu tür iddialarda bulunmuşlar; ayrıca söylendiğine göre yine Medine’de, eski bir vahiy kâtibi iken irtidad eden Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Allah’ın indirdiklerine benzer âyetleri kendisinin de ortaya koyabileceğini söylemeye kalkışmıştır. Ancak bu gerekçeler âyetin Medine’de indiğini kanıtlamak için yeterli görülmemiştir. Zira Mekke müşrikleri arasında da istihza maksadıyla benzer iddialarda bulunanlar olmuştur. Ayrıca 93. âyetle, Mekke’de indiği kesin olan 94. âyet arasındaki güçlü alâka da 93. âyetin Mekkî olduğunu göstermektedir (İbn Âşûr, VII, 375-376; Ateş, III, 201-202).
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz, sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır.
İnkârcıların âhirette, mutlak güç ve hâkimiyet sahibi olan Allah karşısındaki yalnızlık ve çaresizliklerinin anlatıldığı âyete göre onların dünyadaki akraba ve dostları, kendilerini şımartıp azgınlaştıran mal ve mülkler, makam ve mevkiler, Allah’tan başka tapmış oldukları şeyler Allah karşısında onlara zerre kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şeyler kaybolup gidecektir.
Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?
Bu ve müteakip âyetlerde, her biri başlı başına birer mûcize olan, fakat her zaman tekrarlandığı için insanların önemini kavramaktan gafil olduğu başlıca yaratılış olaylarına ve ilâhî kudretin işaretlerine dikkat çekilmiştir.
Tohumun ve çekirdeğin patlayarak filiz vermesi ve bu suretle tabiatın canlanması, bitkilerle bezenmesi, nimetlerle dolup taşması o yüce kudretin muhteşem eserleridir. Böylece O, ölüden diriyi, diriden ölüyü, tohumdan ve çekirdekten bitkileri, bitkiden tohum ve çekirdekleri çıkarmaktadır. Âyette, kesintisiz tekrar eden bu açık seçik tecellilere rağmen insanoğlunun nasıl olup da gerçeğe sırtını dönebildiği, O’nu yaratıcı olarak tanıyıp kulluk etmekten geri durabildiği sorulmaktadır.
O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin takdiridir (ölçüp biçmesidir).
Sabahın aydınlanması, gecenin sükûnet ve âsûdeliği, ay ve güneşin şaşmaz bir matematiksel nisbetle, insanların zamanı ve daha başka astronomik ve coğrafî ölçüleri bulmalarına imkân verecek düzenlilikle işlevlerini sürdürmeleri de o azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir, düzenlemesidir.
O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.
İnsanlar çok eski dönemlerden beri yolculuk ederken yön tayininde bazı yıldızların ve yıldız kümelerinin konumundan yararlanırlar. Özellikle henüz pusulanın icat edilmediği çağlarda büyük önem taşıyan bu durum, bugün de modern imkânların bulunmadığı şartlarda önemini korumaktadır. Yıldızların konumlarından yararlanılsın veya yararlanılmasın, onların kozmik düzeni –Allah bu düzeni devam ettirdiği sürece– ilâhî kudretin işareti olma özelliğini koruyacaktır.
O, sizi bir tek candan yaratandır. Sizin bir karar kılma yeriniz, bir de emanet bırakılma yeriniz var. Biz anlayan bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıklamışızdır.
Bu âyette yüce Allah başlı başına büyük bir mucize olan insanın yaratılışını kudretinin nişanesi olarak zikretmektedir. Tefsirlerde genellikle âyet-i kerîmedeki nefs kelimesinden Hz. Âdem’in kastedildiği belirtilmiş; müstakar kelimesine “yeryüzü veya ana rahmi”, müstevda‘ kelimesine de “kabir veya babanın sulbü” gibi mânalar verilmiştir (geniş bilgi için bk. Elmalılı, III, 1990-1995; İbn Âşûr, VII, 396-397). Süleyman Ateş klasik tefsirlerin aksine, nefsi “Hz. Âdem’den ve evrimleşerek ikili cinsel üreme düzeyine ulaşmadan önceki insanlığın eşeysiz ilk kökeni veya genel olarak baba”, müstakar kelimesini “babaların belleri”, müstevda‘ kelimesini de “annelerin rahimleri” olarak açıklamıştır (III, 206-208).
Bazı eski ve yeni tefsirlerde belirtildiği gibi (meselâ bk. Taberî, VII, 286-291; İbn Atıyye, II, 326-327; İbn Âşûr, VII, 397) bu iki kavramı, insanın birbirini takip eden iki muayyen konumuyla sınırlamak yerine, bunların ilk yaratılıştan insanın varlığının devamı süresince içinde bulunduğu ve intikal etmeye hazır olduğu bütün konumlarına işaret ettiğini düşünmek daha isabetli olur. Buna göre insanoğlu başlangıcından itibaren varlığının her konumunda hem bir karar hem de intikale aday olma, emanet halinde bulunma durumlarını birlikte yaşar. Böylece o, cennet veya cehenneme varıncaya kadar, sırasıyla ilk nefsin özünde yani insanı saklayan ilk cevherde, babanın sulbünde, annenin rahminde, toprağın üzerinde, yerin altında ve haşir yerinde hem bir karar halini hem de gelecek intikale namzet emanet halini birlikte yaşar. Müstakâr bu hallerin ilkine, müstevda‘ da ikincisine işaret etmektedir.
O, gökten su indirendir. İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, üst üste binmiş taneler, -hurma ağacının tomurcuğunda da aşağıya sarkmış salkımlar- üzüm bahçeleri, zeytin ve nar çıkarırız: (Her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı.[186] Bunların meyvesine, bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için (Allah’ın varlığını gösteren) ibretler vardır.
Bu ifadeyle, meyve ve sebzelerin hayatlarını sürdürme ve gelişme kanunları açısından birbirlerine benzemelerine rağmen tad, renk, koku, yapı ve görüntü olarak birbirlerinden çok farklı oldukları vurgulanmış olabileceği gibi, başka benzerlik ve farklılıklar da kastedilmiş olabilir. Âyet-i kerimede Cenab-ı Hakk’ın yaratmasındaki muazzam inceliklere bir dikkat çekme vardır.
Aynı yağmurla sulandığı halde sayılamayacak kadar çok çeşitli cinslerde bitkiler veren yeryüzündeki tabiat hârikalarından bir demet sunulmakta ve bunların, şuursuz tabiatın, kör tesadüfün sonucu olmayıp yine o ulu kudretin eserleri olduğu bildirilmekte; bunların her birinde inanan insanlar için âyetler, yaratıcısına delâlet eden tecelliler bulunduğuna dikkat çekilmektedir.
Bir de cinleri Allah’a birtakım ortaklar yaptılar. Oysa onları O yarattı. Bilgisizce Allah’a oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.
Cin kelimesi ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri olan varlıkları ifade eder (bilgi için bk. Cin
72:1-3). Tefsirlerde cin kelimesinin “örtülü, kapalı, duyularla algılanamayan” şeklindeki sözlük anlamı dikkate alınarak âyetteki cin kavramının, belirtilen terim anlamı yanında, melekleri ve şeytanları da kapsadığı yönünde açıklamalar yapılmıştır. Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnutluklarını kazanmaya çalışır, bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Ayrıca onlar, cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı (İbn Âşûr, VII, 405). Nitekim başka âyetlerde de müşriklerin cinlere ve meleklere taptıkları (Sebe’
34:41; Zuhruf
43:20), Allah ile görünmez varlıklar arasında nesep bağı kurdukları (Sâffât
37:158), melekleri Allah’ın kızları olarak düşündükleri (Nahl
16:57; Sâffât
37:149; Zuhruf
43:16; Tûr
58:39) bildirilmektedir. İbn Âşûr’un kaydettiğine göre Câhiliye Arapları’nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı. Özellikle bu son inançta Mazdeizm’in iki tanrılı inancının etkisi olduğu düşünülmektedir. Fahreddin er-Râzî’ye göre âyette, bu âlem ve orada olup bitenlerin iki ayrı tanrıya bağlı bulunduğunu, bunlardan birinin iyilik tanrısı, diğerinin kötülük tanrısı olduğunu ileri süren inanca işaret edilmiştir (XIII, 112-113). Nitekim İbn Abbas’a isnat edilen bir rivayette âyetin, Allah ve İblîs’in “iki kardeş” olduğuna, Allah’ın iyileri ve iyilikleri, İblîs’in de kötüleri ve kötülükleri yaratıp yönettiğine inanan “Zenâdıka” hakkında indiği belirtilmiştir (Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 165). İslâmî kaynaklarda, Mecûsîliğin Zend (Zend Avesta) isimli kutsal kitabına inananlara “Zendî” denildiği, Arapça’daki zındık (çoğulu zenâdıka) kelimesinin buradan geldiği belirtilir. Ayrıca, eski kaynaklarda bu tür düalist dinlere Sineviyye de (Seneviyye) denilmektedir. Sonuç olarak âyette bu şekilde Allah’tan başka gözle görülmeyen bazı varlıkların da ulûhiyyetine inananlar; özellikle putperestlik yanında Sâbiîlik, şeytanperestlik, Mecûsîlik ve kısmen Yahudilik’le Hıristiyanlığın tevhide aykırı inançlarından etkilenmiş olan Araplar’ın bâtıl itikatları eleştirilmiştir.
“Oysa onları da (görünmez varlıkları) Allah yaratmıştır” meâlindeki cümle, müfessirlerce “Halbuki bu varlıkları Allah’a ortak koşanların kendileri de onları Allah’ın yarattığını biliyorlardı” şeklinde anlaşılmıştır. Buna göre âyette müşriklerin, mahlûk olduğunu kabul ettikleri varlıkları hâlika ortak koşmalarının, böylece onlara ulûhiyyet tanımalarının bir çelişki olduğu ifade edilmiştir.
O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O’nun bir eşi olmadığı hâlde, nasıl bir çocuğu olabilir? Hâlbuki her şeyi O yarattı. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
Bedî‘ kelimesi Allah’ın ismi olarak kullanıldığında “Bir şeyi herhangi bir alete, temel maddeye, daha önce var olan örneğe, zaman ve mekâna ihtiyaç duymadan, yoktan ve eşsiz bir mükemmellikte yaratan” anlamına gelir ve sadece Allah için kullanılır. Bir önceki âyette müşriklerin, yüce Allah’ın birliğine ve kemaline aykırı düşen bâtıl inançları reddedilip, O’nun bu tür yakıştırmalardan münezzeh bulunduğu ifade buyurulduktan sonra bu âyette de tenzihin gerekçesi açıklanmıştır. Buna göre müşriklerin iddialarının aksine, gerek onların ulûhiyyet isnat ettikleri varlıkları gerekse bütün görünür ve görünmez mevcudatı, gökleri ve yeri kısaca bütünüyle evreni benzersiz bir şekilde yapıp yaratan Allah’tır. Bu durumda herhangi bir varlığı O’na ortak koşmak son derece anlamsızdır.
İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir.
İnsanlar, şuradan buradan edindikleri aslı olmayan derme çatma inançlardan vazgeçerek, Allah hakkında, bir önceki âyette belirtildiği şekilde inanmaya çağrılmakta, O’ndan başka tanrı bulunmadığı, önceden olduğu gibi şimdi ve bundan sonra da her şeyin yaratıcısının O olduğu vurgulanmakta; insanlardan, burada belirtildiği şekilde oluşturdukları sahih imanlarını, uydurma tanrılara değil, yalnız Allah’a kulluk ederek ibadetle pekiştirmeleri istenmektedir. Çünkü O her şeye vekildir. Âyetin bu kısmında tevhidin en yüksek noktası gösterilmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifadeye göre gerçek ve adaletli bir şekilde yapıp yaratan, yaşatan, rızıklandıran O’dur; her varlığa kendi varlık mertebesinde lâyık olan imkân ve şartları hazırlama, sebepleri ve sonuçları düzenleme işlevi sadece O’na aittir; bundan dolayı güvenilip dayanılacak ve sığınılacak olan da O’ndan başkası olamaz.
Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder.”[187] O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.
Allah’ın zatına bu dünya gözüyle ulaşmak, O’nun hakikatini kavramak mümkün değildir. Ahirette ise birçok gözler O’nu görecektir. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Kıyâme sûresi, âyet, 23.
“Arzulanan bir şeye ulaşma” anlamına gelen idrak, mecaz olarak “duyu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da mânayı kavraması” mânasında kullanılır. Buradaki kullanımında her iki anlamı da kapsamaktadır; yani “Gözler O’nu idrak edemez” ifadesiyle hem Allah’ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zâtından başka hiçbir varlık tarafından O’nun gerçek varlığının ve mahiyetinin bütünüyle bilinip kuşatılamayacağı ortaya konmuştur. Bu ifade ile özellikle maddî nesneleri, putları, heykelleri, resimleri tanrılaştıran, bunlara tanrısal aşkınlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bunlara dayalı tutumlar reddedilmiştir.
Mu‘tezile bilginleri, daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i sünnet’in düşündüğünün aksine, Allah’ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerken Ehl-i sünnet bilginleri, âyetin bâki olan Allah’ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini; âhirette ise, insanların ölümsüz hale getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz bir görme imkânına kavuşturulmuş gözleriyle bâki olan Allah’ı görmelerinin mümkün olduğunu savunmuşlardır. Onlar, inkârcıların âhirette “rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)” bildiren âyeti de (Mutaffifîn
83:15) bu iddialarına delil göstermişlerdir. Zira “mahrum olma (perdelenme)” ifadesi sadece inkârcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini görebileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hal ve şartlara göre olacaktır. Yine Ehl-i sünnet’e mensup müfessirlere ait başka bir yoruma göre âyette Allah’ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O’nun tam olarak idrak edilmesinin imkânsız olduğu bildirilmektedir. Şu halde eksik de olsa kulların O’nu görmeleri mümkün olacaktır (Şevkânî, II, 170-171).
Latîf ve habîr Allah’ın esmâ-i hüsnâsındandır. Latîf ismi Allah’ın sevgi, merhamet, hoşgörü, ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lutufkâr olduğunu ifade etmesi yanında, özellikle habîr ismiyle birlikte kullanıldığında “her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen” anlamına gelmekte olup özellikle “bütün olup bitenler gibi kullarının hallerinden de eksiksiz haberdar olan” mânasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığında ikinci mânada anlaşılması daha isabetli görülmektedir.
Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller[188] geldi. Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.
Basiret, gönül gözü demektir. Kafadaki göze basar denildiği gibi, kalp ve gönül gözüne de basiret denir. Âyetteki “gerçekleri gösteren deliller” ifadesi ile, Allah Teâlâ tarafından Resûlullah’a vahyolunan âyetler ve Allah’ın birliğine, kuvvet ve kudretine delalet eden ve yukarıda geçen âyetlerde dile getirilen ibret alınacak kâinat olayları kastedilmiştir.
Besâir kelimesi “kalbin nuru, kalpte hâsıl olan bilgi ve idrak” anlamına gelen basîretin çoğuludur. Beden gözüyle algılamaya basar, akıl ve zihin melekeleriyle algılamaya da basîret denir. Âyette, Allah tarafından geldiği bildirilen “basîretler”den maksat, hakka davet eden, kurtuluş yolunu gösteren âyetler ve özellikle yukarıda geçen tevhid akîdesinin ispatına dair âyetler ile –Râzî’ye göre– Cenâb-ı Hakk’ın insan fıtratına bahşettiği, küfrü terkedip imana yönelme istidadı yani bilgi ve düşünme melekesidir (XIII, 134). Buna göre Hz. Peygamber’in hakka davetini doğru bir şekilde kavrayan, bununla ilgili delilleri akıl ve düşünme yeteneğini isabetle kullanarak değerlendiren ve bu sayede hidayeti bulan kimse kendine iyilik etmiş; gurur ve kibre kapılarak bunun aksine davranan da kendine kötülük etmiş olur. Âyetin son cümlesi, Hz. Peygamber’in, bu şekilde basîretsizliği yüzünden helâke doğru gidenleri koruma ve engelleme imkânının bulunmadığını bildirmektedir. Bunun bizzat Hz. Peygamber’in ağzından ifade edilmesi, müfessirlerin çoğunluğuna göre, âyetin başında veya bu son cümlesinden önce Resûlullah’a hitaben “de ki” şeklinde bir zımnî emrin bulunduğunu gösterir. Elmalılı Hamdi Yazır bu görüşü isabetsiz bularak meâlinde “bekçi” anlamı verilen hafîz kelimesine Allah’ı ifade edecek şekilde mâna verirken (bk. III, 2020), tasavvufî hatta bir ölçüde vahdet-i vücûdcu bir yaklaşımı tercih eden Süleyman Ateş’e göre bazı âyetlerde görülen bu durum “vahyin Hz. Muhammed’in iç benliği ile ilişkisi”nden ileri gelmektedir ve aynı durum, mutasavvıfların “Hak sıfatıyla mevsûf insan” tanımıyla izah edilebilir (bk. III, 216).
Onlar, “Sen iyi ders almışsın” desinler diye ve bir de bilen bir toplum için onu (Kur’an’ı) açıklayalım diye âyetleri değişik biçimlerde işte böylece açıklıyoruz.[189]
Peygambere gönderilen vahyin karşısında hayretlere düşen müşrikler, “Sen ders almış okumuşsun, yoksa bu okuduğun Kur’an âyetleri ümmî birinin işi değil”, diyorlardı.
“Âyetlerin geniş geniş açıklanması” iki maksada bağlanmış olup ilki inkârcıların Hz. Muhammed’e “Sen (Kur’an’ı, âyetleri) iyi öğrenmişsin” demeleri, ikincisi de Allah Teâlâ’nın bilen bir kavme yani hak ve hidayeti bilip takip edenlere Kur’an’ı açık seçik tanıtmasıdır. Bir yoruma göre Allah’ın, âyetleri “geniş geniş açıklaması”nın sebebi, Hz. Peygamber’in onları kesin deliller olarak ortaya koyabilmesini sağlamaktır. O kadar ki, inkârcılar Resûlullah’a “Onları iyi öğrenmişsin” deme gereğini duyacaklardır. Başka bir yoruma göre inkârcılar âyetlerin bu açık seçikliği karşısında Resûlullah’ın onları başkalarından yani Ehl-i kitap’tan ders alarak öğrendiğini söyleyeceklerdir (Şevkânî, II, 172). Bu ikinci yoruma göre yüce Allah’ın, âyetleri peyderpey, geniş geniş açıklayarak indirmesi, insanların bir kısmına Kur’an’ı açık seçik tanıtma amacı taşırken bir kısmının da Peygamber ve Kur’an’ı inkâr etmelerine sebep olmaktadır. Mu‘tezile âlimleri, bu şekildeki bir yorumu, Allah’ın adaleti ve insanın sorumluluğu ilkesine aykırı buldukları için âyetteki “li-yekūlû dereste” kısmının başındaki “li” edatının “âkıbet” ifade ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre söz konusu âyet “Biz âyetleri geniş geniş açıklarız; sonuçta da onlar kendi seçimleriyle inkâra yönelip bütün delilleri hiçe sayarak Hz. Muhammed’e ‘Sen Kur’an’ı başkalarından okuyup öğrendin’ derler” şeklinde açıklanmalıdır. Bazı son dönem Sünnî müfessirlerin de bu son yorumu tercih ettikleri görülmektedir (meselâ bk. Elmalılı, III, 2020; İbn Âşûr, VII, 422).
Ey Muhammed! Sen, Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.
Hz. Peygamber’in görevi, insanları Allah’ın âyetlerine imana davet yanında, bizzat kendisinin de bunlara uyması, Allah’tan başka tanrı bulunmadığını ikrar etmesi ve böylece şirke sapanlardan uzaklaşmasıdır. Allah dileseydi onlar da şirk koşmazlardı; fakat ilâhî düzen ve hikmet, insanlardan kiminin kendi seçimleriyle iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi dalalet çeşitlerine sapmalarına imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in inkârcılar üzerinde koruyuculuk görevi olmadığı gibi onların yaptıklarından sorumlu da değildir.
Allah dileseydi ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.
Hz. Peygamber’in görevi, insanları Allah’ın âyetlerine imana davet yanında, bizzat kendisinin de bunlara uyması, Allah’tan başka tanrı bulunmadığını ikrar etmesi ve böylece şirke sapanlardan uzaklaşmasıdır. Allah dileseydi onlar da şirk koşmazlardı; fakat ilâhî düzen ve hikmet, insanlardan kiminin kendi seçimleriyle iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi dalalet çeşitlerine sapmalarına imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in inkârcılar üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir sorumluluğu yoktur.
Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.
Zemahşerî, âyetteki sebb kelimesini genel olarak “eleştiri” mânasına alarak normal şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir (II, 23). Bununla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, sebb kelimesi şetm yani “terbiye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler” demektir. Yanlış yolda olanları eleştirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak câiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber’e değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah’ın ahlâkıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur.
Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm’ın izzetine de zarar getirir. Esasen, Râzî’nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah’a da inanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O’na hakaret etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah’a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir. Âyette İslâm’ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.
“Biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik” meâlindeki cümle, Allah’ın insanlara inanç ve yaşayışları konusunda bir seçme imkânı bırakmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsanların inanç ve telakkilerine, ahlâk ve yaşayışlarına tesir eden, sonuçta onların inanç ve davranışlarını beğenmelerini sağlayan birçok psikolojik ve sosyal sebep vardır ve her şey gibi bunlar da Allah’ın koyduğu kanunlar uyarınca oluşmaktadır. İnsanın asıl görevi ise akıl ve muhakeme gücü yardımıyla bu sebepleri aşarak Allah’ın âyetleri üzerine düşünmesi, hoşlanıp bağlandığı inancı ve hayatı sorgulamasıdır. İnsanlar, bilgisine ve dürüstlüğüne inanıp güvendikleri seçkin kişilerin görüşlerinden ve irşadlarından da yararlanıp aydınlanarak gerçeğe ulaşma imkânına sahiptirler; Allah insanlardan bu imkânı esirgememiştir.
Eğer kendilerine (başka) bir mucize gelirse, mutlaka ona inanacaklarına dair en güçlü yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır. O mucizeler geldiği vakit de inanmayacaklarını siz ne bileceksiniz?”
Müşrikler Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna inanmadıkları, Hz. Muhammed’in onu Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olanlardan ders alarak öğrendiğini iddia ettikleri için ondan peygamberliğini kanıtlayacak başka mûcizeler istiyor; o takdirde bu mûcizeye, dolayısıyla Hz. Peygamber’e inanacaklarına dair and içiyorlardı. Âyette Hz. Peygamber’den, mûcizeyi gerçekleştirmenin ancak Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıklaması istenmektedir. Hz. Peygamber’in de bu gerçeği her vesileyle ifade ettiği, kendisinin ancak bir beşer olduğunu açıklıkla belirttiği görülmektedir (Kehf
18:110; Fussılet
41:6).
Bazı tefsirlerde işaret edildiği gibi, muhtemelen o dönemdeki müslümanlar, iyi niyetleri sebebiyle, inkârcıların mûcize istemekte samimi olduklarını düşündükleri için, Resûlullah’tan bu isteklere olumlu karşılık vermesini beklemişlerdi. Bu sebeple âyette “Mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?” buyurularak müşriklerin samimiyetsizliğine dikkat çekilmiştir.
Biz onların kalplerini ve gözlerini ters döndürürüz de ilkin ona iman etmedikleri gibi (mucize geldikten sonra da inanmazlar) ve yine onları azgınlıkları içinde bırakırız da bocalar dururlar.
Allah Teâlâ, inkârcıların kalplerini veya akıllarını ve gözlerini ters çevireceğini, böylece eğriyi doğru, doğruyu eğri göreceklerini, önceden olduğu gibi mûcize gösterildikten sonra da inanmamakta ısrar edeceklerini bildiriyor. Çünkü niyetleri içtenlikle düşünmek ve hakikati bulmak değil, Hz. Peygamber’i güç durumda bırakmaktır. Bu inatçı ve ters tutumları sebebiyle Allah da onları kendi hallerine bırakır, böylece azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.
Biz onlara melekleri de indirseydik, kendileriyle ölüler de konuşsaydı ve her şeyi karşılarında (hakikatın şahidleri olarak) toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.
Allah müşriklerin istedikleri şekilde mûcize olarak onlara melekleri indirse, onları ölülerle konuştursa, daha başka türlü mûcizeleri önlerine serse yine de Allah dilemedikçe inanmayacaklardır.
Bu ve bundan önceki âyetin üslûbuna bakarak bundan cebirci bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Kur’an, kendine özgü üslûbu içinde, evrendeki bütün olup bitenler gibi insanların inanç ve amel hayatındaki gelişme ve değişmeleri de ontolojik bakımdan Allah’ın kuşatıcı iradesine bağlar ve bunu doğru bir tanrı akîdesinin gereği sayar. Buna göre müminin imanı da kâfirin inkârı da O’nun mutlak iradesi ve kanunları çerçevesinde oluşmaktadır; bunları Allah’ın kudret ve iradesinin dışında görmek, bazı şeylerin O’nun hâkimiyet ve tasarruf alanı dışında olup bittiği gibi yanlış bir sonuca ve kusurlu bir tanrı anlayışına götürür. Bununla birlikte Allah, yine kendi iradesi ve yaratmasıyla evrende sadece insanı akıl, irade gibi hakkı bâtıldan ayırma yetenekleriyle donatmıştır. Buna rağmen insan, müşrik Araplar gibi, içinde doğup büyüdüğü psikolojik ve sosyal şartların doğal tesirlerini aşamaz, insanî yeteneklerini kullanarak gerçeğin ve iyinin arayışı içinde olmaz, aksine bâtılda ısrar ederse, böylelerinin gözleri ve gönülleri iyice kararır. Allah’ın böylelerini zorla hakikate sevketmesi mümkünse de (meselâ bk. En‘âm
6:35, 107, 112, 137) bu durum, O’nun koymuş olduğu görev, sorumluluk ve ceza-mükâfat düzeniyle uyuşmaz. Bu yüzden bir âyette “Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf
18:29) buyurulur.
İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak.
Daha önceki âyetlerde geniş olarak bildirildiği üzere, Allah Teâlâ müşriklerin inat, inkâr ve türlü tecavüzleri karşısında Hz. Muhammed’i imtihan etmiş; eski peygamberlerin hayatlarına dair birçok âyette gösterildiği gibi o peygamberlere de bazı ruhanî ve cismanî güçleri düşman kılıp onların mücadele etmekteki sabır ve sebatlarını denemiş; bu suretle, Allah’ın bu en seçkin kulları, ilâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir.
Burada ifade buyurulduğu gibi Allah dileseydi o “insan ve cin şeytanları” düşmanlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah’ın bunları peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. İlâhî irade dünya hayatını –imanla inkârın, hayırla şerrin– bir çatışma alanı yapmıştır. Hakkı yaşatmak ancak, daima direniş konumunda bulunan bâtılı etkisiz kılmakla mümkün olur. Allah’ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadeleye gerek vardır. Kahramanlık şerefini sadece bir savaştan zaferle çıkanlar hak edebilirler. Dünyada insanın insan olmayandan farkı ve ayrıcalığı da buradadır.
“İnsanların şeytanları”, bâtılı ve şerri seçmeleri yanında, hakkı temsil eden peygamberlere ve onları izleyenlere karşı düşmanlık bayrağını açanlar; “cinlerin şeytanları” da bu mücadelede insanların şeytanlarına destek olup onlara aldatıcı ve yıkıcı fikirler telkin eden mânevî güçlerdir. Çünkü, İslâm itikadına göre cinlerin de mümini kâfiri vardır (cinler hakkında bilgi için bk. Cin
72:1-3).
112. âyette zımnen “Yâ Muhammed! Düşmanı olan tek peygamber sen değilsin. Biz geçmiş peygamberlere insan ve cin şeytanlarını düşman yaparak onları da sıkıntılardan geçirdik” buyurulmak suretiyle bir bakıma Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Ayrıca “Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak” ifadesi de, 113. âyetin beyanına göre, kalpleri bu şeytanların yaldızlı sözüne kanıp bu sözlerden hoşlanan, işlemekte oldukları fenalıkları devam ettiren inkârcılar için bir tehdit, Resûlullah için de bir teselli anlamı taşımaktadır.
Bir de (şeytanlar), ahirete inanmayanların gönülleri bu yaldızlı sözlere meyletsin, onlardan hoşlansınlar ve işleyecekleri günahları işlesinler diye (bu fısıldamayı yaparlar).
Daha önceki âyetlerde geniş olarak bildirildiği üzere, Allah Teâlâ müşriklerin inat, inkâr ve türlü tecavüzleri karşısında Hz. Muhammed’i imtihan ettiği gibi, eski peygamberlerin hayatlarına dair birçok âyette gösterildiği gibi o peygamberlere de bazı ruhanî ve cismanî güçleri düşman kılıp onların mücadele etmekteki sabır ve sebatlarını denemiş; bu suretle, Allah’ın bu en seçkin kulları, ilâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir. Burada ifade buyurulduğu gibi Allah dileseydi o “insan ve cin şeytanları” düşmanlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah’ın bunları peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. İlâhî irade dünya hayatını–imanla inkârın, hayırla şerrin– bir çatışma alanı yapmıştır. Hakkı yaşatmak ancak, daima direniş konumunda bulunan bâtılı etkisiz kılmakla mümkün olur. Allah’ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadeleye gerek vardır. Kahramanlık şerefini sadece bir savaştan zaferle çıkanlar hak edebilirler. Dünyada insanın insan olmayandan farkı ve ayrıcalığı da buradadır. “İnsanların şeytanları”, bâtılı ve şerri seçmeleri yanında, hakkı temsil eden peygamberlere ve onları izleyenlere karşı düşmanlık bayrağını açanlar; “cinlerin şeytanları” da bu mücadelede insanların şeytanlarına destek olup onlara aldatıcı ve yıkıcı fikirler telkin eden mânevî güçlerdir. Çünkü, İslâm itikadına göre cinlerin de mümini kâfiri vardır (cinler hakkında bilgi için bk. Cin
72:1-3). 112. âyette zımnen “Yâ Muhammed! Düşmanı olan tek peygamber sen değilsin. Biz geçmiş peygamberlere insan ve cin şeytanlarını düşman yaparak onları da sıkıntılardan geçirdik” buyurulmak suretiyle bir bakıma Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Ayrıca “Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak” ifadesi de, 113. âyetin beyanına göre, kalpleri bu şeytanların yaldızlı sözüne kanıp bu sözlerden hoşlanan, işlemekte oldukları fenalıkları devam ettiren inkârcılar için bir tehdit, Resûlullah için de bir teselli anlamı taşımaktadır.
“Size Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indiren O iken ben Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?” (de). Kendilerine kitap verdiklerimiz de onun, Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde, sakın şüphecilerden olma.[190]
Kureyş müşrikleri peygamberimize, “Aramızda yahudi veya hıristiyan âlimlerinden bir hakem seçelim. Senin getirdiğin din hakkında onların kitaplarında bulunanı bize haber versinler” demeleri üzerine bu âyetle onlara cevap verilmiştir.
Fahreddin er-Râzî’ye göre âyet bir bakıma, Hz. Peygamber bir mûcize getirirse buna inanacaklarına dair yemin eden (bk. 109. âyet) müşriklere bir cevap teşkil etmektedir. Buna göre Allah’ın, gerek fesahat ve belâgatı, gerekse açık seçik muhtevasıyla gerçekliği apaçık olan Kur’an’ı indirmesi, başka bir mûcizeye olduğu gibi, Hz. Peygamber’in doğruluğunu kanıtlamak için Allah’tan başka bir hakemin hükmüne de gerek bırakmamıştır (XIII, 159). Üstelik hissî (duyu organlarına hitap eden) mûcizelerin delâleti müphem ve geçici, “mufassal bir kitap” olan Kur’an’ın delâleti ise açık, kesin ve kalıcıdır (Elmalılı, III, 2033).
Bu sûre Mekke’de inmiştir. Burada kayda değer bir Ehl-i kitap topluluğu yoktu; ancak özellikle yahudiler Mekke’ye ticarî seyahat yaptıkları gibi Araplar da yahudilerin yaşadığı bölgelere gidiyorlardı. Böylece Araplar Tevrat hakkında bilgi sahibi oldukları gibi, Hz. Peygamber’in tebliğlerinden haberdar olan ve henüz onunla herhangi bir nüfuz çatışmaları bulunmayan yahudiler de Kur’an hükümlerinin özü itibariyle Tevrat’la uyuştuğunu biliyorlardı. Âyette onların bu bilgisi de Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu kanıtlayan bir delil olarak gösterilmiştir (İbn Âşûr, VIII, 16). Âyetin son cümlesi her müslümana karşı doğrudan yöneltilmiş bir uyarı sayılabilir.
Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Sıdk, “sözde ve işte doğruluk, dürüstlük, gerçeğe uygunluk”; adl de “bir sözün veya işin yerli yerince, hak ve nesafet kaidelerine uygun olması; hiçbir zulüm, haksızlık ve aşırılık unsuru taşımaması” demektir. Âyette Allah’ın sözünün yani kelâmının, belirtilen değerleri eksiksiz taşıdığı ve bu niteliklerini değiştirmenin de mümkün olmadığı vurgulanıyor. Nitekim Râzî de, âyeti geniş olarak açıkladıktan sonra okuyucusuna hitaben, “Kur’an bahislerinin bu iki kısma (yani haber bildiren ve yükümlülük getiren âyetler grubuna) ayrıldığını bildiğine göre, biz deriz ki eğer bir âyetin konusu haber grubuna giriyorsa Allah’ın kelâmı sıdk (doğruluk ve gerçeklik) bakımından; eğer yükümlülük grubuna giriyorsa adalet bakımından eksiksiz ve mükemmeldir. Bu, son derece güzel bir tesbittir” (XIII, 161) demektedir. Böylece âyette Allah kelâmının, diğer bütün üstün nitelikleri de kapsayan dört temel niteliğine işaret edilmiştir: Tam ve mükemmel oluşu, doğru ve gerçek oluşu, âdil oluşu, değiştirilemez ve tahrif edilemez oluşu.
Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.
Kur’an dilinde zan, çoğu yerde “delile dayanmadığı, bu yüzden de hatalı olduğu halde sahibinin gerçek ve sahih saydığı inanç” anlamında kullanılır. Müfessirler genellikle âyet metnindeki yahrusûn fiilini “yalan söylerler” mânasında anlamışlarsa da İbn Âşûr kelimenin buradaki mânasının “temelsiz tahminde bulunurlar” anlamına geldiğini savunmuştur.
Kur’an’da arz kelimesi hem bütünüyle “dünya” hem de belli bir “ülke” veya “şehir” (bk. Mâide
5:21; İsrâ
17:104) anlamında kullanılır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre buradaki arz ile bütün dünya kastedilmiştir; ancak bu âyette sadece Mekke’nin ve Mekkeli müşriklerin söz konusu edildiği görüşü de vardır (Şevkânî, II, 179). Asıl vurgulanan husus, dinî ve dünyevî meselelerde insanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece buradan hareketle bunun doğru olduğunu zannetmenin ve onlara uymanın her zaman isabetli olmayacağıdır. Zira bu çoğunluk, inançlarını ve hayat tarzlarını oluşturup belirlerken aklıselime, gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine –Mekke müşriklerinde görüldüğü gibi– kuruntulara, zan ve tahminlere de dayanıyor olabilirler. Bu sebeple Hz. Muhammed’in şahsında müslümanlar, inanç ve yaşayışlarını, nefsânî meyil ve güdüler, zan ve tahminler veya yalanlar üzerine kuran çoğunluğu taklit edip onlara uymaktan sakındırılmıştır.
Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı çok iyi bilir ve yine O, doğru yolu bulanları en iyi bilendir.
İnsanlar inanç ve yaşayış bakımından genellikle “Allah’ın yolundan sapanlar” ve “doğru yolda gidenler” şeklinde ikiye ayrılmış; kimlerin yoldan saptığını, kimlerin hak yolda olduğunu Allah Teâlâ’nın çok iyi bildiği belirtilerek, dolaylı bir ifadeyle, yalan ve kuruntularla yollarını belirleyen dalâlet ehline güvenmek ve bağlanmak yerine, Allah’a güvenip bağlanmak, hakikati tayinde sadece O’nu ve O’nun bilgi hazinesi olan Kur’an’ı rehber kılmak gerektiğine işaret edilmiştir.
Artık, âyetlerine inanan kimseler iseniz üzerine Allah’ın ismi anılarak kesilmiş hayvanlardan yiyin.
Bir önceki âyetin sonunda yoldan sapmışlarla hidayette olanlardan söz edilmişti. Burada ise hidayet ehli olan müslümanlardan, (“bismillâh...” diyerek veya başka şekillerde) Allah’ın ismi anılmak suretiyle kesilen (yahut avlanan) hayvanlardan yemeleri istenmekte olup bu istek buyruk değil, “yiyebilirsiniz” anlamında izin (ibâha) ifade eder. Müşrikler putların ve cinlerin adını anarak da hayvan kesiyorlardı. Âyette bu uygulama yasaklanmaktadır.
Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin sebebi nedir.[191] Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.
Yenmesi haram kılınan şeyler için bakınız: Bakara sûresi, âyet, 173; Maide sûresi, âyet, 3; En’âm sûresi, âyet, 145; Nahl sûresi, âyet, 114-115.
Hafâcî’nin kaydettiği bir rivayete göre ilk dönem müslümanlarından bir kısmı, zühd ve takvâ olsun diye bazı önemli gıda maddelerini kendilerine yasaklıyorlardı. Âyette böyle bir tutumun doğru olmadığına işaret edilmiştir (bk. İbn Âşûr, VIII, 33). Ancak Taberî, kendisinin ilk müslümanlar arasında böyle bir anlayış bulunduğunu gösteren bir bilgiye rastlamadığını belirtiyor (VIII, 12). Bu âyetin ifadesi karşısında da, vejeteryen anlayışın kişisel bir tercih olmaktan öte kendisi için dinî bir dayanak bulması mümkün değildir. Zira yüce Allah, açlıktan ölmek gibi bir çaresizlik dışında hangi şeylerin yenilmesinin haram olduğunu açıklamıştır.
Âyetin “Oysa Allah ... haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır” cümlesiyle hangi âyetin kastedildiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu ifade ile, yenilmesi haram olan şeyleri açıklayan Mâide sûresinin 3. âyetine atıfta bulunulmuştur. Ancak En‘âm sûresi Mekke’de, Mâide sûresi ise Medine’de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Râzî ise söz konusu ifadeyle, bu sûrenin az sonra gelecek olan 145. âyetinin kastedildiği görüşündedir.
Âyette, zaruret halinde haram kılınan şeylerden yenilmesine izin verilmiştir. Ancak zaruret halinin tesbitiyle ilgili kesin ölçüler belirlenmesi önemli güçlükler taşır; bu durum büyük ölçüde vicdanî bir meseledir. Bu sebeple âyetin sonunda “Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir!” buyurularak bu ruhsatı istismar etmeye kalkışacak olan kötü niyetli kimseler uyarılmıştır.
Günahın açığını da bırakın, gizlisini de. Çünkü günah kazananlar yaptıkları karşılığında cezalandırılacaklardır.
Bir önceki âyetin son cümlesiyle bağlantılı olarak bu âyet “Kötülüğü alenen yapmaktan da gizli yapmaktan da sakının” veya “Zina, hırsızlık gibi açık ve fiilî kötülükleri de; kibir, kıskançlık gibi gizli kötülükleri de bırakın” mânasında anlaşılabilir. Bir görüşe göre bu âyetle zinanın gizli yapılmasını helâl sayan Câhiliye Arapları’nın bu anlayışı reddedilmiştir (Râzî, XIII, 167). Ancak âyette her türlü kötülüğün açıktan yapılmasının da gizlice yapılmasının da haram kılındığını düşünmek daha isabetli olur. Elmalılı M. Hamdi, haklı olarak “Bu âyet, alelumum ahkâm-ı hürmet hakkında bir asl-ı küllî beyan etmektedir” der (III, 2039).
Üzerine Allah adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin. Çünkü bu şekilde davranış fasıklıktır. Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş olursunuz.[192]
Müşrikler ölmüş hayvan eti yerler ve aralarında, “Bakın, Muhammed ve ashabı kendi elleriyle kestikleri hayvanların etini yerler de Allah’ın öldürdüğü haramdır, derler” diye dedikodu yaparlardı. Âyet, müşriklerin durumuna düşmemeleri konusunda mü’minleri uyarmaktadır.
Burada ister kendiliğinden ölmüş olsun, ister kesilerek öldürülmüş olsun, Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvan etinin yenilmesi yasaklanmıştır. İmam Mâlik’e göre, kasten de olsa unutkanlık veya bilgisizlik neticesinde de olsa, Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. Hanefîler’e göre sadece kasıtlı olarak Allah’ı anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. İmam Şâfiî ise âyetin asıl maksadının Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kılmak olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bilerek de olsa bilmeden de olsa, Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etinin yenilebileceği hükmüne varmıştır.
Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.
Bir önceki âyette müşriklerin, şeytanların telkinleri altında müminlere karşı mücadele açmasından söz edildikten sonra bu âyette, belirtilen iki kesimin durumu parlak bir temsille değerlendirilmektedir. Burada müminlerin İslâm’ı kabul etmelerinden önceki durumu, bir ölü gibi bütünüyle hayır ve faydadan yoksun kalmış olanın durumuna benzetilmiştir. Çünkü küfür ve şirk, insanın hakkı bâtıldan ayırarak kurtuluş yolunu bulmasına engel olur. Buna karşılık Allah’ın kendisine İslâm’ı nasip ettiği kişi ise, yeniden hayata kavuşmuş insan gibi, gerçeği gerçek olmayandan, doğru ve yararlı olanı yanlış ve zararlı olandan ayırt etme imkânına kavuşmuştur; böylece iman nuruyla zihni ve kalbi aydınlanan kişinin bu sayede yolu da aydınlık olur. İnkâra saplanmış olan için ise, küfrü devam ettiği sürece karanlıktan kurtuluş ümidi de kalmamıştır. 121. âyette belirtildiği üzere inkârcılar, şeytanların telkin ettiği vesveselerle muhâkeme ve değerlendirme disiplinlerini kaybettikleri için yaptıkları çirkin işler de artık kendilerine güzel gösterilmiştir.
İşte böyle, her memlekette günahkârları oranın ileri gelenleri kıldık ki oralarda hilekârlık etsinler. Hâlbuki onlar hilekârlığı ancak kendilerine yaparlar. Ama farkında olmuyorlar.
Sözlükte karye kelimesi “köy, kasaba” demek olup Kur’an’da “belde, şehir, ülke” gibi daha genel mânada da kullanılmaktadır. İyilerin ve kötülerin belli olması için Allah’ın koyduğu kanun uyarınca, henüz müşrik zorbaların hâkim olduğu Mekke’de olduğu gibi, gerek o dönemdeki gerekse geçmişteki nice toplumlarda, şehir veya ülkelerde de insanları hak ve hayırdan alıkoymak maksadıyla hile ve tuzaklar kuran yöneticiler olmuştur. Allah böylece insanları kötüler ve kötülüklerle imtihan eder ki imanda, hak ve hayır yolunda sebat edenler de inanç zafiyetinden ötürü kötülüğe teslim olanlar da belli olsun. Aslında hakka karşı tuzak kurmaya kalkışanlar, farkında olmadan, ancak kendilerine tuzak kurmuş olur, kendi ruhlarını ve ebedî hayatlarını tahrip ederler.
İbn Âşûr’a göre bu âyet, statik ve bâtıl geleneklerin kökleştiği yerleşik toplumlara göre göçebe ve iptidaî toplulukların daha saf fıtratta, doğruyu kabule daha yatkın durumda olduklarına işaret eder (VIII, 47).
Onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilinceye kadar asla inanmayacağız” derler. Allah, elçilik görevini kime vereceğini çok iyi bilir. Suç işleyenlere Allah katından bir aşağılık ve yapmakta oldukları hilekârlık sebebiyle çetin bir azap erişecektir.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyet, müşriklerin ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’e karşı kıskançlıklarını dile getirmektedir. Fahreddin er-Râzî’ye göre de “Onlar, hüccet ve deliller bekledikleri için değil, aşırı kıskançlıkları yüzünden inkârda daima ısrarlı olmuşlardır” (XIII, 175). Esasen tarihin bütün dönemlerinde ve günümüzde inkârcılık veya bâtıl inançlarda ısrar etmenin temelinde çoğunlukla kıskançlık, gurur ve kibir, yanlış geleneklerin veya telkinlerin etkisini aşamama gibi psikolojik sebepler bulunmaktadır. Hz. Muhammed’in risâletini kıskanan Velîd b. Mug^re, Ebû Cehil gibi Mekke ileri gelenleri de oğullarının çokluğunu, soylu veya zengin olduklarını gerekçe göstererek kendilerinin yahut kendi kabilelerinden birinin peygamberliğe daha lâyık olduğunu ileri sürmüşlerdir (bk. Râzî, XIII, 175). Âyette bu tür iddialara “Allah, elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir” şeklinde cevap verilmiştir. Bu ifade bize peygamberliğin kesbî (insanın istemesi ve gayret göstermesiyle elde edebileceği) bir makam olmadığını, Allah’ın birine peygamberlik vermesinin sadece O’nun bir lutfu olduğunu göstermektedir. Ancak Allah, mutlak irade ve tasarrufuyla, peygamberliği lutfedeceği kişiyi yüksek ahlâkî ve zihnî melekelerle donatır. Buna karşılık kendilerini de peygamberliğe lâyık görenlerin ruhları isyan, kıskançlık, hile ve desisecilik, gurur ve kibir gibi fenalıklarla kirlenmiş olup buna rağmen Peygamber’i tanımamaya, cürümler işlemeye devam ettikleri için, kibirlerine karşılık aşağılanmaya ve zillete, isyanlarına karşılık da azaba mâruz kalacaklardır.
Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.
Bir önceki âyette bildirildiğine göre müşrikler, Allah’ın elçilerine verilenlerin benzerleri kendilerine de verilmedikçe asla inanmayacaklarını ilân etmişler, güya zâhirî bazı sebeplere dayanarak kendilerini de peygamberliğe lâyık görmüşlerdi. Bu âyet gösteriyor ki, Allah’ın evrende mutlak geçerli olan küllî kanunları insanların inanç ve amel hayatında da geçerlidir ve bütün zâhirî sebeplerin ötesinde asıl ve gerçek sebeptir. O, küllî kanunları uyarınca, birinin hidayete ulaşmasını dilerse onun gönlünü İslâm’a açar, onu sevdirir ve kabul ettirir; eğer birinin haktan uzak kalmasını istiyorsa onun da kalbine hakkı benimseyip sevmesini engelleyici bir darlık ve sıkıntı verir.
Âyette ikinci konumdaki kimselerin yaşadığı psikolojik durumun göğe doğru yükselenlerin hissettiği fizyolojik sıkıntıya benzetilmesi ilgi çekicidir. Zira bilindiği gibi, yükseğe çıkıldıkça hava basıncı düşer ve irtifaın artması oranında nefes almak da güçleşir. Böyle bir tabiat kanununun henüz bilinmediği bir dönemde Kur’an’ın bu kanunu açıkça ifade etmesi onun kesin bir mûcizesidir. Bunun kadar önemli olan diğer bir husus da menfi duyguların etkisinde kalan insanların yaşadığı psikolojik sıkıntıların ve açmazların bu âyette mükemmel bir şekilde teşhis ve veciz bir benzetmeyle tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre kötü niyet, kıskançlık, inatçılık, gurur ve kibir, zevk ve menfaat tutkusu gibi psikolojik âmillerin etkisine kapılan kâfirler akıllarını duygularına kurban ederler; bu tutumda ısrar ettikçe, tıpkı yükseldikçe nefes alma güçlüğü çekenler gibi, Müslümanlık ve müslümanlar karşısında giderek artan bir sıkıntı ve huzursuzluk hissederler; hak ve hidayet üzerine rahat ve sağlıklı düşünme imkânından gittikçe uzaklaşırlar; İslâm’ın anlatılması canlarını sıkar, inat ve inkârlarını arttırır, haksız davranışlara sevkeder; böylece ebedî hayat ve kurtuluş demek olan hidayete ulaşma imkânını da giderek kaybederler. Bütün bunlar, Allah’ın küllî kanunlarının zorunlu bir sonucu olarak, olumsuz duygu ve tutkularının, kötü niyetlerinin esiri olanlar için kaçınılmaz bir durumdur.
Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Şüphesiz düşünüp öğüt alacak bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.
İlk âyet, inkârcıların tuttukları dalâlet yolunun zıddı olan hidayet yolunun özelliğini, 127. âyet de bu yoldan gidenlerin ulaşacakları huzur ve mutluluğu dile getirmektedir. Buna göre Allah’ın, ruhunu ve gönlünü İslâm’a açtığı, bu sayede iyi niyetli olan ve sağlıklı düşünen insanlar tarafından benimsenen İslâm, Hz. Peygamber’in rabbi olan Allah’ın dosdoğru gerçeğe ve mutluluğa götüren yoludur. Böylece Kur’an doğru yolu da eğri yolu da açık seçik bildirmiştir. Fakat bundan ancak öğüt ve ibret almaya niyetli olanlar yararlanırlar; bu sayede onlar rableri nezdinde esenlik yurdunu, bütün güzelliklerin yaşanacağı cenneti; ayrıca hayırlı amelleriyle, bütün nimetlerin en yücesi olmak üzere, Allah’ın dostluğunu kazanırlar.
127. âyetteki “esenlik yurdu” tabirini, müslümanların doğru inançları ve temiz yaşayışları sayesinde gerçekleştirecekleri düzenli, huzurlu, güvenli ve mutlu bir ülke veya dünya hayatı şeklinde anlamak da mümkündür.
Rableri katında selâm yurdu (cennet) onlarındır. Allah, yapmakta oldukları şeylerden dolayı onların dostudur.
İlk âyet, inkârcıların tuttukları dalâlet yolunun zıddı olan hidayet yolunun özelliğini, 127. âyet de bu yoldan gidenlerin ulaşacakları huzur ve mutluluğu dile getirmektedir. Buna göre Allah’ın, ruhunu ve gönlünü İslâm’a açtığı, bu sayede iyi niyetli olan ve sağlıklı düşünen insanlar tarafından benimsenen İslâm, Hz. Peygamber’in rabbi olan Allah’ın dosdoğru gerçeğe ve mutluluğa götüren yoludur. Böylece Kur’an doğru yolu da eğri yolu da açık seçik bildirmiştir. Fakat bundan ancak öğüt ve ibret almaya niyetli olanlar yararlanırlar; bu sayede onlar rableri nezdinde esenlik yurdunu, bütün güzelliklerin yaşanacağı cenneti; ayrıca hayırlı amelleriyle, bütün nimetlerin en yücesi olmak üzere, Allah’ın dostluğunu kazanırlar. 127. âyetteki “esenlik yurdu” tabirini, müslümanların doğru inançları ve temiz yaşayışları sayesinde gerçekleştirecekleri düzenli, huzurlu, güvenli ve mutlu bir ülke veya dünya hayatı şeklinde anlamak da mümkündür.
Onların hepsini bir araya toplayacağı gün şöyle diyecektir: “Ey cin topluluğu! İnsanlardan pek çoğunu saptırıp aranıza kattınız.” Onların insanlardan olan dostları, “Ey Rabbimiz! Bizler birbirimizden yararlandık ve bize belirlediğin süremizin sonuna ulaştık” diyecekler. Allah da diyecek ki: “Allah’ın diledikleri (affettikleri) hariç, içinde ebedî kalmak üzere duracağınız yer ateştir.” Ey Muhammed! Şüphesiz senin Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
Önceki âyetler grubunda Allah’ın doğru yola ilettiği, ayrıntılı olarak açıklanan âyetler üzerinde düşünerek onlardan gerekli ders ve öğütleri alan ve bu sayede “esenlik yurdu”nu (cennet) kazanan müminlerin bu güzel âkıbetinden söz edildikten sonra bu âyette de vukuu kesin olan, kesin olduğu için de sanki gerçekleşmiş gibi geçmiş zaman fiilleriyle söz edilen mahşerden müşrikler ve inkârcılarla ilgili bir tablo sergilenmektedir. “Cinler”den maksat, 112. âyette belirtilen “cinlerin şeytanları”dır. Şeytanlar insanlarla çok uğraşmışlar, onları dalâlete sevketmişler, kendi yandaşları yapmışlar; böylece müşrikler onların dostları olmuşlardır. Yüce Allah mahşerde cinleri (şeytanlar) bu yaptıkları yüzünden suçladığında müşrikler sanki bu dostluğun bir gereği olarak “Yâ rabbi! Biz birbirimizden yararlandık; biz onlardan faydalandık, onlar da bizden faydalandılar” diyecekler. Buna göre şeytanlar müşriklerin kötü arzu ve isteklerini kolaylaştırmışlar, zevklerin ve hazların kapılarını açmışlar; onlara şeytanlara bağlanmak suretiyle onların yandaşlarının sayılarını çoğaltmışlardır. Âyetin bu kısmı kötülük âmilleri olan şeytanlarla inkârcılar arasında her devirde geçerli ve sorumluluğu gönüllü paylaşacak kadar ileri olan derin bir ilişkiyi dile getirmesi bakımından ilgi çekicidir. Ancak onlar, İslâm’ın gerçeklerine karşı şeytanlarla birlik olup mücadele verenler için Allah’ın tanıdığı müddetin sonsuz olmadığını mahşerde anlayacaklardır. “Bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık” şeklindeki ifadeleri, artık mühletlerinin dolduğunu, Allah’a teslim olmaktan başka çıkar yolları bulunmadığını gösteren samimi bir itiraftır. Zira bu, artık kötüler için bütün çarelerin bittiği bir andır. Ne var ki geç kalmış bu itiraf işe yaramayacak ve Allah Teâlâ onlara “İçinde ebedî kalacağınız yer ateştir” buyuracaktır. Hemen bu tehdidin ardından gelen “illâ mâşâallah” şeklindeki istisna ifadesi farklı yorumların yapılmasına sebep olmuştur. Bir görüşe göre bu, “Allah dilerse bu ebedîliği bir müddet sonra sona erdirir”; başka bir görüşe göre de “Allah, dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtarır” anlamına gelir. Bunlardan ilki cehennemin sonlu olacağı, ikincisi ise bazı müşrik ve inkârcıların cehennemde ebediyen kalmaktan kurtulacakları ihtimalini hatıra getirmektedir. Oysa başka birçok âyette her iki ihtimali de ortadan kaldıran açıklamalar mevcuttur. Bu sebeple söz konusu istisnayı, bazı insanları sürekli olarak cehennemde bırakmanın, Allah için bir mecburiyet olmadığı, O’nun hür irade ve isteği ile olduğu şeklinde anlamak daha isabetli görülmüştür. Nitekim Hûd sûresinin 107. âyetindeki benzer bir ifadenin ardından “Rabbin gerçekten istediğini yapar” buyurulması da bunu göstermektedir.
İşte biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.
Şeytanlar insanlara kötülük işletmiş, insanlar da kendi tercihleriyle onlara uyarak kötülük işlemişler ve böylece kendi rızâlarıyla kötülüğe iştirak etmelerinden dolayı Allah onları birbirinin dostları yapmıştır. Şu halde benimsedikleri inançlar, yaptıkları işler, tuttukları yollar aynı olanlar birbirinin dostlarıdırlar ve âkıbetleri de aynıdır. Mümin müminin, münkir münkirin, zalim de zalimin dostudur ve âyetin beyanına göre bu, ilâhî bir yasadır. Buna göre bir mümin bir münkire veya zalime, onunla dostluk kurmak için değil, onu inkâr ve zulmünden vazgeçirmek için yaklaşmalıdır; dostluk ise ancak bu sağlandıktan sonra kurulabilir.
(O gün Allah, şöyle diyecektir:) “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağı hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” Onlar şöyle diyecekler: “Biz kendi aleyhimize şahitlik ederiz.” Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
İnsanoğlunun, imanla inkâr arasında nihaî bir tercih yapmakla karşı karşıya bulunduğu, fakat aklının, bilgisinin, bütün beşerî imkânlarının doğruyu bulmakta yetersiz kaldığı kaderinin en kritik anında, Allah’ın engin rahmetinin eseri olarak gönderdiği peygamberler, ebedî kurtuluşlarını düşünen insanlar için nihaî bir fırsattır. Âyette, “İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle (mahşer günüyle) karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” şeklindeki bir soru ifadesiyle bu büyük fırsatı kaçırmış olanların yaptıkları korkunç hataya dikkat çekilmekte, bir bakıma insanlar, böyle bir soru ve suçlamayla karşılaşmadan önce uyarılmaktadır. Zira dünyanın aldatıcı zevklerine, çıkar kaygısı veya benlik davası gibi yıkıcı duygulara kapılarak peygamberlerin tebliğlerini hiçe sayan veya onları etkisiz kılmaya çalışan ve bu suretle hüsranı tercih edenlerin, mahşerde bu kaçınılmaz soruyla karşı karşıya kalınca kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik etmekten başka çareleri kalmayacaktır.
Bu (peygamberlerin gönderilmesi), Allah’ın, halkları habersizken ülkeleri haksız yere helâk etmeyeceği içindir.
Bu âyetlerde Allah Teâlâ’nın adalet ve rahmeti vurgulanmıştır. O, hem ülke ve milletler hakkında, hem de tek tek insanlar hakkında adaletle muamele eder; bundan dolayı da peygamberler göndererek insanlığa lâyık inanç ve hayat düzeninin ne olduğunu bildirmeden, sapkınlığa düşmüş olan ülke ve milletleri, gerçeklerden habersizken çöküşe mâruz bırakmaz. Ayrıca O, her bir ferdin derecesini yaptıklarına göre belirler. Çünkü Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmadığı için insanları amellerine göre derecelendirmekte de hata etme ihtimali yoktur.
Herkesin amellerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.
Bu âyetlerde Allah Teâlâ’nın adalet ve rahmeti vurgulanmıştır. O, hem ülke ve milletler hakkında, hem de tek tek insanlar hakkında adaletle muamele eder; bundan dolayı da peygamberler göndererek insanlığa lâyık inanç ve hayat düzeninin ne olduğunu bildirmeden, sapkınlığa düşmüş olan ülke ve milletleri, gerçeklerden habersizken çöküşe mâruz bırakmaz. Ayrıca O, her bir ferdin derecesini yaptıklarına göre belirler. Çünkü Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında kalmadığı için insanları amellerine göre derecelendirmekte de hata etme ihtimali yoktur.
Rabbin her bakımdan sınırsız zengindir, rahmet sahibidir. Sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi, dilerse sizi giderir (yok eder) ve sizden sonra da yerinize dilediğini getirir.
Allah ganîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, insanlardan yapmalarını istediği işleri bunlara muhtaç olduğu için istememektedir; O, merhametli olduğu için muradı insanları sıkıntıya sokmak da değildir. Fahreddin er-Râzî, Allah’ın kullarını mükellef kılmasını O’nun ihsan ve rahmetine bağlar (XIII, 201). Zira bütün mükellefiyetlerin temelinde doğruyu, hakkı bilip ona inanma ve iyi olanı yapma ödevi vardır; insanı öteki canlılardan ayıran ve onu gerçekten insan yapan, bu ödev bilinci ve uygulamasıdır. Tarih boyunca yüce Allah, haktan ve iyilikten uzaklaşan, bu suretle insanlık değerini de yitirmiş olan nice kavimlere, merhametinin eseri olarak hallerini ıslah etmeleri için mühlet vermiş; en sonunda da kendilerini ıslah etmeyenleri ortadan kaldırarak yerlerine başka nesiller getirmiştir. İnsanlığın bu sürekli yenilenişi ve gelişmesi 133. âyette hem Allah’ın zenginliğinin hem de rahmetinin neticesi ve delili olarak gösterilmiştir.
Şüphesiz size va’dedilen şeyler mutlaka gelecektir.[193] Siz bunun önüne geçemezsiniz.
Âyetteki “va’dedilen şeyler” ile, öldükten sonra dirilme, hesap, cennet, cehennem, iyilere iyi derece, kötülere kötü derece verileceği gibi gerçekler kastediliyor.
Allah ganîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, insanlardan yapmalarını istediği işleri bunlara muhtaç olduğu için istememektedir; O, merhametli olduğu için muradı insanları sıkıntıya sokmak da değildir. Fahreddin er-Râzî, Allah’ın kullarını mükellef kılmasını O’nun ihsan ve rahmetine bağlar (XIII, 201). Zira bütün mükellefiyetlerin temelinde doğruyu, hakkı bilip ona inanma ve iyi olanı yapma ödevi vardır; insanı öteki canlılardan ayıran ve onu gerçekten insan yapan, bu ödev bilinci ve uygulamasıdır. Tarih boyunca yüce Allah, haktan ve iyilikten uzaklaşan, bu suretle insanlık değerini de yitirmiş olan nice kavimlere, merhametinin eseri olarak hallerini ıslah etmeleri için mühlet vermiş; en sonunda da kendilerini ıslah etmeyenleri ortadan kaldırarak yerlerine başka nesiller getirmiştir. İnsanlığın bu sürekli yenilenişi ve gelişmesi 133. âyette hem Allah’ın zenginliğinin hem de rahmetinin neticesi ve delili olarak gösterilmiştir.
De ki: “Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Ben de (görevimi) yapacağım. Ama dünya yurdunun sonucunun kimin olacağını yakında öğreneceksiniz. Şüphesiz, zalimler kurtuluşa eremezler.
Burada, bütün uyarılara rağmen Hakk’ın yolunu tanımayanlara bir ihtar ve ikaz vardır; ayrıca Hz. Peygamber’e de kendi görevini azim ve ümitle devam ettirmesi telkin edilmiştir.
Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan O’na bir pay ayırdılar ve akıllarınca, “Şu, Allah için, şu da bizim ortaklarımız (putlarımız) için” dediler. Ortakları için olan Allah’ınkine eklenmiyor. Allah için olan ise ortaklarınkine ekleniyor.. Ne kötü hükmediyorlar![194]
Bu âyet, Cahiliye Araplarının yanlış ve saçma âdetlerinden birini anlatıyor: Hurma, arpa, buğday gibi ziraat ürünleriyle, koyun, keçi, deve, sığırdan Allah için bir pay ayırırlar, misafirlere, fakirlere harcarlar; kendileri bundan yemezlerdi. Bir pay da putlarına ayırır, onu istedikleri gibi putların hizmetlerine harcarlardı. Ayrıca Allah için ayırdıklarından artakalanı putlara ait fona aktarırlar, “Allah zengindir, fazlasına ihtiyacı yok. Putlar ise fakirdir”, diye bir de kılıf uydururlardı. Âyette bu akılsızca uygulama kınanıyor.
Hem Allah’ın varlığına inanan hem de cinlerin, meleklerin ve ölmüş atalarının sembolleri olarak düşündükleri, bu sebeple de kendilerine şefaatçi olacaklarına inandıkları putları Allah’a ortak koşan Câhiliye Arapları ziraî ürünleriyle hayvanlarından bir pay Allah’a, bir pay da ilgi ve şefaatlerini umdukları aile veya kabile putlarına adarlar, Allah’a adadıklarını misafirlere, yoksullara, yetimlere vb. muhtaçlara harcarlar, putlara ayırdıklarını da onların önünde icra edilen âyinlerde ve putların bakımı gibi hizmetlerde kullanırlardı. Bu bâtıl geleneğe göre, Allah’ın bu mallara ihtiyacı olmadığı düşünülerek, Allah için ayrılandan putların payına aktarma yapılabilir, fakat putların payından Allah’a ayrılana aktarma yapılmazdı. Yıl sonu geldiğinde müşrikler Allah için adadıklarından artakalanı kendilerine harcar, fakat putların payından artana dokunmazlardı. Câhiliye döneminin bazı bâtıl yasalarının, hüküm ve uygulamalarının eleştirildiği bölümün ilki olan bu âyette asıl üzerinde durulan husus, Câhiliye Arapları’nın, yalnız inançta değil, harcamalarında, hayır ve hasenatlarında da putları Allah’a ortak koşmaları, hatta O’ndan daha üstün tutmalarıdır. Burada ayrıca, daha genel bir yaklaşımla, Allah’tan başkası uğruna harcama yapmayı Allah rızâsı uğruna harcama yapmaktan daha önemli gören anlayışlara da dolaylı bir tenkit bulunduğu düşünülebilir.
Yine bunun gibi, Allah’a ortak koşanların çoğuna, koştukları ortaklar, çocuklarını öldürmelerini güzel gösterdi ki; onları helâke sürüklesinler ve dinlerini karıştırıp onları yanıltsınlar. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Artık sen onları uydurdukları ile baş başa bırak.
Câhiliye Arapları’nın sapkınlıklarından biri de çocuklarını öldürme şeklindeki uygulamalarıdır; ortakları bunu onlara iyi bir şey gibi göstermiştir. Klasik tefsirlerde bu âyet açıklanırken, bazı Araplar’ın geçim sıkıntısı veya özellikle kabile savaşları yüzünden ileride esir düşerek câriye haline getirilip fuhşa sevkedilebilir kaygısıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürdükleri hatırlatılarak âyette bu acımasız geleneğe işaret edildiği belirtilmektedir (Bu gelenek hakkında bilgi için bk. Cevâd Ali, IV, 651-652). Süleyman Ateş, Araplar’da bu uygulamanın nâdiren görüldüğünü ve toplumda hoş karşılanmadığını belirterek âyette geçen “zeyyene” kelimesinden hareketle, burada işaret edilen “evlât öldürme” uygulamasının başka milletlerden alınmış olduğunu ifade eder. Ona göre müşriklere evlâtlarını öldürmeyi öğütleyen put bakıcıları, belki de evlâdı Allah için kurban etmenin, Hz. İbrâhim’den kalma büyük bir ibadet olduğunu söylüyorlardı. Câhiliye çağında bir adam, şu kadar çocuğu olduğu takdirde bunlardan birini kurban edeceğine yemin ederdi. Nitekim Abdülmuttalib, kendisini koruyacak kadar oğlu olduğu takdirde birisini kurban etmeyi adamıştı (III, 240). Ancak –çeşitli tarihî bilgiler yanında– özellikle İkinci Akabe Biatı sırasında Medineli müslümanların, Câhiliye döneminde yaygın olarak işledikleri başlıca günahlardan vazgeçtiklerine dair söz verirken bunlar arasında evlât öldürme suçunu da sıralamaları (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 154) ve Resûlullah’ın mümin kadınlardan aldığı biattan söz eden âyette bu şarta da yer verilmesi (bk. Mümtehine
60:12) bu uygulamanın pek de nâdir olmadığını göstermektedir.
Âyette Câhiliye Arapları’na evlâtlarını öldürmeyi iyi gibi gösterdikleri belirtilen ortaklardan maksadın insan ve cin şeytanları veya özellikle put bakıcıları olduğuna dair görüşler vardır (bk. Râzî, XIII, 206). Bu son anlayışa göre bir tür din adamları olan put bakıcıları, ataları olan İbrâhim ve İsmâil’in dinine uyduklarını zanneden müşrik Araplar’a, Allah’a kurban etmek maksadıyla çocuk öldürmenin, ataları İbrâhim ve İsmâil’in dininden kalma, kendilerini Allah’a yaklaştıran güzel bir gelenek olduğunu telkin etmişler ve bu şekilde dinlerini bozmak, karıştırmak suretiyle böylesine büyük bir cinayeti onlara bir ibadet gibi benimsetmiş, sevdirmişlerdi (Mevdûdî, I, 523-524).
Bir de (asılsız iddialarda bulunarak) dediler ki: “Bunlar yasaklanmış hayvanlar ve ekinlerdir. Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. (Şunlar da) sırtları (binilmesi ve yük yüklemesi) haram edilmiş hayvanlardır.” Bir kısım hayvanları da keserken üzerlerine Allah’ın adını anmazlar. (Bütün bunları) Allah’a iftira ederek yaparlar. Bu iftiraları sebebiyle Allah onları cezalandıracaktır.
Burada Câhiliye Arapları’nın bazı hayvanlar ve ziraî ürünlerle ilgili geleneksel uygulamalarına işaret edilmektedir. Buna göre Araplar söz konusu varlıkları üç kısma ayırırlardı: Bunlardan tanrıları için adadıklarından sahipleri yiyemez; ancak put bakıcıları, kutsal mekânların hizmetçileri veya buraları ziyarete gelenler gibi mal sahiplerinin uygun gördüğü kimseler yararlanabilirdi. Bahîre, sâibe, vasîle ve hâm isimleriyle andıkları bir kısım hayvanlara binmeyi yasaklar (bk. Mâide
5:103), bir kısmını keserken de Allah’ın adını özellikle anmazlar, bir rivayete göre bunları putlarının adını anarak keserlerdi (Râzî, XIII, 207). Âyette dolaylı olarak bu tür uygulamalar şirk dininin kalıntıları sayılmakta ve ilga edilmekte; müşriklerin, icat ettikleri bu tür bâtıl uygulamalar yüzünden cezalandırılacakları bildirilmektedir.
Bir de dediler ki: “Şu hayvanların karınlarındaki yavrular (canlı olursa) sırf erkeklerimize aittir. Karılarımıza ise haramdır.” Eğer ölü olursa, o vakit onda hepsi ortaktırlar. Allah, onların bu tür nitelemelerinin cezasını verecektir.[195] Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
Arap müşriklerinin batıl inançları çoktu. Bunlardan biri de bir familyadan olan hayvanların bazen erkek bazen dişilerinin eti haram veya helâl sayılır, birtakım isimler altında uydurma helâl haram listeleri yapılırdı. Hâlbuki bu hayvanların deve, sığır, koyun, keçi, erkek, dişi olmaları ya da doğmuş bulunup bulunmamaları, etlerinin haram olmalarının sebebi ve illeti olamazdı. Âyet, bu mantıksızlığı açıklıyor. (Ayrıca bakınız: Mâide sûresi, âyet,103.)
Ayette câhiliye döneminde hayvanlarla ilgili hükümlerin dördüncüsüne işaret edilmektedir. Buna göre bahîre ve sâibe diye adlandırdıkları adak hayvanlarının sağ olarak doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir, ölü doğan veya doğum esnasında ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi. Buradan, Câhiliye Arapları’nın kadınları bazı haklardan yoksun bıraktıkları, ayrıca ölü hayvanın etini yedikleri anlaşılmaktadır. İbn Âşûr, âyette ezvâc kelimesinin kullanılmış olmasını dikkate alarak, canlı yavrunun yenilmesinin sadece evli kadınlara yasaklanmış olduğunu belirtir. İbn Âşûr’a göre muhtemelen onlar, eğer eşleri bu yavruların etlerinden yerlerse kısırlık, aile geçimsizliği, boşanma gibi bazı uğursuz sonuçların doğacağına inanıyorlardı (başka yorumlarla birlikte bk. VIII, 110-111).
Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı -Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.
Müşrik Araplar’ın, ailenin geçimi hususunda bir yük saydıkları veya ileride savaşlarda esir düşerek ailenin onurunun zedelenmesine sebep olacaklarından kaygılandıkları için kız çocuklarını öldürmeleri, Allah’ın rızık olarak verdiği ve helâl kıldığı hayvanların etlerinden yemeyi kendilerine yasaklamaları ve üstelik Allah’ın hükmünün böyle olduğunu ileri sürerek Allah hakkında hükümler uydurmaları kendilerini hüsrana ve sapkınlığa götüren bir beyinsizlik ve bilgisizlik şeklinde değerlendirilmektedir.
O, çardaklı-çardaksız olarak bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurmalıkları ve ekinleri, zeytini ve narı (her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı biçimde yaratandır.[196] Bunlar meyve verince meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını (öşürünü)[197] verin, fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
196. Bakınız: En’âm Sûresi, âyet, 99 ve ilgili dipnot.197. Öşür, “onda bir” demektir. Toprak ürünlerinde bu oranda verilen zekâtın özel adıdır.
Arapça’da cennet (çoğulu cennât) kelimesi “bahçe” anlamına gelirse de, âyetin devamındaki “ma‘rûşe” (çardaklı) kelimesi dikkate alındığında cennât kelimesini “bağlar” şeklinde tercüme etmek daha isabetli olur. Zemahşerî, “muhtelifen ükülühû” ifadesini “rengi, tadı, hacmi ve kokusu değişik” şeklinde açıklamıştır (II, 44). Yukarıdaki âyetlerde bazı Câhiliye uygulamalarının hükümsüz olduğu belirtildikten sonra burada tekrar sûrenin asıl konusu olan itikadî meselelere dönülerek yeryüzünü türlü nimetlerle bezeyen yüce Allah’ın kudretinin sınırsızlığına ve buna işaret eden delillerin zenginliğine dikkat çekilmesi yanında; müşriklerin, yukarıda değinilen telakkilerinin aksine, sahiplerinin bu tür meyve, ekin ve hayvanların ürünlerinden ve genel olarak Allah’ın insanlar için yarattığı rızıklardan istifade etmenin temelde mubah olduğu, bu sebeple onlardan öncelikle kendilerinin yemeleri veya kullanmalarında bir sakınca bulunmadığı; bunun yanında, başkalarının da bu ürünlerde zekât, sadaka, nafaka, komşu hakkı gibi hakları olduğu belirtilmekte ve bu hakkın ödenmesi emredilmektedir.
Yine O, hayvanlardan da irili ufaklı var edendir.[198] Allah’ın size rızık olarak verdiğinden yiyin de şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Âyetin bu kısmı, “O, hayvanlardan yük taşıyanları ve tüylerinden döşek yapılanları yaratandır” şeklinde de tercüme edilebilir.
Arapça’da cennet (çoğulu cennât) kelimesi “bahçe” anlamına gelirse de, âyetin devamındaki “ma‘rûşe” (çardak) kelimesi dikkate alındığında cennât kelimesini “bağlar” şeklinde tercüme etmek daha isabetli olur. Zemahşerî, “muhtelifen ükülühû” ifadesini “rengi, tadı, hacmi ve kokusu değişik” şeklinde açıklamıştır (II, 44). Yukarıdaki âyetlerde bazı Câhiliye uygulamalarının hükümsüz olduğu belirtildikten sonra burada tekrar sûrenin asıl konusu olan itikadî meselelere dönülerek yeryüzünü türlü nimetlerle bezeyen yüce Allah’ın kudretinin sınırsızlığına ve buna işaret eden delillerin zenginliğine dikkat çekilmesi yanında; müşriklerin, yukarıda değinilen telakkilerinin aksine, sahiplerinin bu tür meyve, ekin ve hayvanların ürünlerinden ve genel olarak Allah’ın insanlar için yarattığı rızıklardan istifade etmenin temelde mubah olduğu, bu sebeple onlardan öncelikle kendilerinin yemeleri veya kullanmalarında bir sakınca bulunmadığı; bunun yanında, başkalarının da bu ürünlerde zekât, sadaka, nafaka, komşu hakkı gibi hakları olduğu belirtilmekte ve bu hakkın ödenmesi emredilmektedir.
O, (hayvanlardan) sekiz eşi de yaratandır: (Erkek ve dişi olarak) koyundan iki, keçiden de iki. Ey Muhammed! De ki: “Allah iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan (yavru)ları mı? Eğer doğru söyleyenler iseniz bana bilerek haber verin.”
Tefsircilerin ittifakla belirttiklerine göre, müşrik Araplar, bazı hayvanların etlerinin yenilmesini haram saymışlar ve haksız olarak bunun Allah’ın bir hükmü olduğunu ileri sürmüşlerdi. Âyette eti yenilen hayvanlardan koyun, keçi, deve ve sığır türleri özellikle zikredilerek onların bu hayvanların etlerinin yenilmesiyle ilgili iddiaları çürütülmüş, Allah’ın böyle bir hükmünün bulunmadığı açıklanmış; ayrıca bunların dişi ve erkek cinsleri arasında etlerinin yenilmesi bakımından fark bulunmadığını bildirmek için bunlar eşler halinde anılmıştır. Âyette şu hususa da işaret edildiği görülmektedir: Eğer belirtilen hayvanların erkeklerinden veya dişilerinden ya da yavrularından biri haram kılınsaydı bütün erkekleri, dişileri ya da yavruları haram kılınmış olurdu; aynı şekilde, Allah bir hayvan türünün dişisini haram kılsaydı erkeğini de haram kılardı, kezâ erkeğini haram kılsaydı dişisini de haram kılardı. Sonuç olarak bu âyetlerde cedel metotlarından biri olan “sebr ve taksim” (ihtimalleri sıralayıp teker teker çürüterek doğruyu bulma) yöntemiyle müşriklerin iddiaları çürütülmüş, böylece onların söz konusu hayvanlar hakkındaki görüşleri reddedilmiş bulunmaktadır (Râzî, XIII, 217; İbn Âşûr, VIII, 131-133).
Yine (erkek ve dişi olarak) deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “İki erkeği mi haram kıldı, iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan (yavru)ları mı? Yoksa Allah size bunları haram ettiğinde, orada hazır mı idiniz!?” İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.[199]
Konu ile ilgili olarak 139. âyetin dipnotuna bakınız.
Tefsircilerin ittifakla belirttiklerine göre, müşrik Araplar, bazı hayvanların etlerinin yenilmesini haram saymışlar ve haksız olarak bunun Allah’ın bir hükmü olduğunu ileri sürmüşlerdi. Âyette eti yenilen hayvanlardan koyun, keçi, deve ve sığır türleri özellikle zikredilerek onların bu hayvanların etlerinin yenilmesiyle ilgili iddiaları çürütülmüş, Allah’ın böyle bir hükmünün bulunmadığı açıklanmış; ayrıca bunların dişi ve erkek cinsleri arasında etlerinin yenilmesi bakımından fark bulunmadığını bildirmek için bunlar eşler halinde anılmıştır. Âyette şu hususa da işaret edildiği görülmektedir: Eğer belirtilen hayvanların erkeklerinden veya dişilerinden ya da yavrularından biri haram kılınsaydı bütün erkekleri, dişileri ya da yavruları haram kılınmış olurdu; aynı şekilde, Allah bir hayvan türünün dişisini haram kılsaydı erkeğini de haram kılardı, kezâ erkeğini haram kılsaydı dişisini de haram kılardı. Sonuç olarak bu âyetlerde cedel metotlarından biri olan “sebr ve taksim” (ihtimalleri sıralayıp teker teker çürüterek doğruyu bulma) yöntemiyle müşriklerin iddiaları çürütülmüş, böylece onların söz konusu hayvanlar hakkındaki görüşleri reddedilmiş bulunmaktadır (Râzî, XIII, 217; İbn Âşûr, VIII, 131-133).
De ki: “Bana vahyolunan Kur’an’da bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir (murdar) hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.[200]
Darda kalan kimsenin, haram kılınan yiyeceklerden yiyebileceği ile ilgili olarak ayrıca, bu sûrenin 119. ve Bakara sûresi, 173. âyetlerine bakınız.
Hayvanlarla ilgili olarak yenilmesi haram olanlar bildirilmektedir (yenilmesi haram ve mubah olan hayvanlar ve “zaruret” hali hakkında bilgi için bk. Bakara
2:173; Mâide
5:3).
Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veya bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını (yine) onlara haram kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık.[201] Biz elbette doğru söyleyenleriz.
Konu ile ilgili olarak bakınız: Nisâ sûresi, âyet,160. Aslında bunlar haram şeyler değildi. Yahudiler bir zamanlar bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık, zulüm, hakka karşı başkaldırma, peygamberleri öldürme, faiz alma, insanları öldürmeyi helâl sayma gibi ölçüsüz davranışları sebebiyle birçok temiz rızıklardan mahrum edilmişlerdi. Sığır ve koyun gibi bazı hayvanların yalnızca iç yağlarının kendilerine haram kılındığı ve bu hayvanların onlara haram kılınan tırnaklı hayvanlar kapsamına girmediği âyetin metninden anlaşılmaktadır.
Bir önceki âyette hangi hayvanların etlerinin yenileceğine ilişkin genel hüküm belirtildikten sonra burada, azgınlık ve zulümleri sebebiyle sadece yahudilere tırnaklı hayvanların etleriyle sığır ve koyunun iç yağlarının da haram kılındığı belirtilmektedir (Yahudilik’te bu konuyla ilgili helâller ve haramlar için bk. Levililer,
3:17;
7:23;
11:1 vd.; Tesniye,
14:3 vd.).
Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplumdan O’nun azabı geri çevrilmez.”
Hz. Peygamber’den, eğer müşrikler İslâm’ın çağrısına uyarak eski bâtıl uygulamalarından vazgeçer ve yeni dinin hükümlerini tatbik ederlerse Allah’ın rahmetinin son derece geniş olduğunu, bundan yararlanma imkânlarının bulunduğunu, şayet kendisini yalanlayarak eski fikirlerinde devam ederlerse, O’nun son derece şiddetli olan azabından bütün mücrimler gibi onların da kurtulmalarının mümkün olmadığını hatırlatması istenmektedir.
Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık, babalarımız da. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) böyle yalanlamışlardı da sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: “Sizin (iddialarınızı ispat edecek) bir bilginiz var mı ki onu bize gösteresiniz? Siz ancak kuruntuya uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”
Yüce Allah, Hz. Peygamber’le tartışırken, her şeyin Allah’ın dilemesine bağlı olduğu gerçeğini, kendi bâtıl uygulamalarının haklılığına gerekçe olarak gösteren ve sanki “Böyle inanıp böyle yaşamamız Allah’ın dilemesi olduğuna göre biz O’nun iradesine uyuyor, böylece günah işlemiş de olmuyoruz” diyerek söz konusu gerçeği hedefinden saptıran, istismara kalkışan müşriklerin kötü niyetlerini yüzlerine vurmakta, onların böyle bir gerekçeye dayanarak Hz. Peygamber’i ve onun tebliğlerini yalanlamaya hakları olmadığını bildirmekte; nitekim daha önce de aynı mantıkla yalanlamada bulunan milletlerin azaba mâruz kalmaktan kurtulamadıklarını hatırlatmaktadır. Elbette evrende bütün olup bitenler, Allah’ın hür ve mutlak iradesiyle koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. İnsanın, kendi irade ve aklını kullanarak doğru ve yanlış olanı birbirinden ayırması, doğruyu seçme imkânına sahip olması da aynı kanunun bir parçasıdır. Bu sebeple inkârcıların kendi kötülüklerini Allah’ın irade ve meşîetine yüklemeye kalkışarak kendilerini mâzur göstermeleri, O’nun azabını gerektirecek bir suçtur. Nitekim âyetin devamı da, müşriklerin bu istidlâllerinin, ilmî bir değer taşımayıp sadece bir kuruntudan ibaret olduğunu göstermektedir (âyetteki hars kavramı hakkında 116. âyetin tefsirine bk.).
De ki: “En üstün delil yalnızca Allah’ındır. O, dileseydi elbette sizin hepinizi doğru yola iletirdi.”[202]
Bu âyetten Allah’ın; insanların doğru yola ermelerini dilemediği anlamı çıkarılamaz. Burada vurgulanmak istenen nokta, insanların hür iradesine Allah’ın müdahale etmediğidir. İnsanlar doğru, ya da eğri yolu kendi hür iradeleriyle seçerler. Allah da bu tercihlerin aksine bir irade ortaya koymaz. Zira böyle bir şey insan iradesine baskı olurdu ki, bu taktirde insanların sorumlu olmaması gerekirdi. Buna göre Allah’ın, insanları kendi tercihlerine ters düşecek şekilde zorunlu olarak doğru yola getirmek istememiş olması, aslında onların iradelerini bu yönde kullanmadıklarının bir ifadesidir. Kısaca âyet şöyle anlaşılmalıdır: “Siz istemeseniz de Allah sizi doğru yola iletebilirdi. Ama bu sizin hür iradenizi yok saymak olurdu. Bu sebeple Allah sizin tercihinize ters düşecek şekilde doğru yola girmenizi istemedi ki iradenize baskı yapmış olmasın.”
Asıl güvenilecek olan kesin, üstün ve gerçek delil, Allah’ındır; O’nun ortaya koyduğu, akla, ilme, irfana dayalı delildir ki o da Allah’ın gerek vahyedilen bilgilerde, gerekse akıl ve basîret sahiplerine hitap eden tabiat düzeninde sergilediği gerçeklerdir.
De ki: “Haydi, Allah şunu haram kıldı” diye tanıklık yapacak şahitlerinizi getirin. Onlar şahitlik etseler de sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve ahirete inanmayanların arzularına uyma. Onlar Rablerine, başka şeyleri denk tutuyorlar.
Müşrikler, haram olduğunu ileri sürdükleri şeylerden herhangi biri için “Allah şunu yasak etti” diyebilecek herhangi bir tanık gösteremezler; tanık diye ortaya çıkardıklarına da asla itibar edilemez. Eşyada asıl olan mubahlıktır; eğer bir şeyin haram olduğu ileri sürülüyorsa bunun Allah tarafından haram kılındığının kanıtlanması gerekir. Burada, müşriklerin, daha önceki âyetlerde belirtilen bazı hayvanlarla ilgili hüküm ve kanaatlerinin asılsız olduğu, bunların Allah’ın hükümleri olmadığı belirtilmektedir.
(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın.[203] Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça, Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin.[204] İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”
203. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: İsra sûresi, âyet, 32.204. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: İsra sûresi, âyet, 33.
Yukarıda müşriklerin temelsiz hükümleri ve kuralları eleştirildikten sonra bu âyetlerde asıl benimsenmesi gereken başlıca ilâhî kurallar ve hükümler yer almakta; biri tevhid inancına, diğerleri ahlâka dair olmak üzere İslâm’ın dokuz temel buyruğu sıralanmakta, son olarak da bütün bu buyurulanları kapsayıcı küllî bir ödev olmak üzere, Allah’ın dosdoğru olan yolundan gidilmesi emredilmektedir. 151. âyetin başındaki “Gelin, rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım” meâlindeki ifade muhatapların ilgisini, müteakip ifadelerdeki ilkeleri ihtiva eden yolun tek doğru ve izlenmesi zorunlu yol olduğu gerçeğine çekme gayesini gütmektedir.
Bu âyetlerde sıralanan buyruklar şunlardır:
1. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Bu, İslâm’ın ana ilkesi olan Allah’ın her yönden birliği inancının bir gereği olup müslüman olmanın da ilk şartıdır. Fahreddin er-Râzî, ilgili âyetlere göndermeler yaparak, bu sûrede çeşitli müşrik zümrelerin en iyi şekilde açıklandığını belirttikten sonra bunları şöyle sıralamaktadır: Putperestler, yıldızperestler, Yezdân ve Ehrimen’in tanrılığını iddia edenler, Allah’a erkek ve kız çocuk isnat edenler (Râzî, XIII, 232).
2. “Anne babaya iyilik edin.” Âyetin bu kısmında geçen ihsân “güzellik, iyilik” anlamına gelen hüsn kelimesinden türetilmiş olup en geniş anlamda “iyilik etmek, güzel davranmak” demektir. Âyette bu buyruğun, Allah’ın birliğine inanmayı emreden ifadeden hemen sonra gelmesi, anne baba hakkının önemini gösterir (geniş bilgi için bk. İsrâ
17:23).
3. “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” Özellikle geçim kaygısıyla çocuk öldürmenin, Allah’ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar zengin olduğundan şüphelenme anlamı taşıdığına bir işaret vardır. Ayrıca burada, sadece eski tefsirlerde söz konusu edilen Câhiliye dönemindeki çocuk öldürme uygulaması (bilgi için bk. En‘âm
6:137, 140) kastedilmeyip özellikle “fakirlik korkusuyla” veya “geçim kaygısıyla” şeklindeki kayıttan hareketle, anne karnındaki çocuğun öldürülmesinin de yasaklandığı dikkate alınmalıdır; ayrıca böyle bir uygulamanın Câhiliye döneminde de mevcut olduğu düşünülebilir. Günümüzde bir baba veya annenin kendi çocuğunu öldürmesi bütün dünyada suç sayılmakta ve nâdiren vuku bulmaktaysa da, bu ve benzeri âyetler, doğum kontrolü ve nüfus planlaması gibi meseleler dolayısıyla güncelliğini korumakta ve bu bakımdan ilgili âyet ve hadislere dayanılarak söz konusu meseleler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.
Hz. Peygamber’in, doğum kontrolünün en basit şekli olan azil (meniyi rahimin dışına akıtma) uygulamasına izin verdiğine dair hadisler vardır (Buhârî, “Nikâh”, 96, “Megāzî”, 32; Müslim, “Nikâh”, 125, 134, 136, Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 49; Tirmizî, “Nikâh”, 39; Müsned, III, 33, 51, 53, 309; el-Muvatta’, “Talâk”, 95). Çeşitli mezheplerin âlimlerinin çoğunluğu da azlin câiz olduğunu kabul etmişlerdir (geniş bilgi için bk. Gazzâlî, İhyâ’, II, 47-49). Azlin mubah olması, gebe kalmamak için –başka bir yasak çiğnenmedikçe ve zararlı olmamak kaydıyla– daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da câiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an’da gebe kalmamak değil, çocuk öldürmek yasaklanmıştır. Bununla birlikte evlenmenin asıl amacı, neslin devamı ve gelişmesi için çocuk yapmaktır. Bu sebeple kadının güzelliğinin bozulması, çocuğun bir ayak bağı telakki edilmesi gibi keyfî sebeplerle fıtratın tabii akışına müdahale etmek, özellikle müslüman nüfusun artmasının gerekli olduğu hal ve şartlarda çocuk yapmaktan kaçınmak doğru değildir.
Âyetteki “Çocuklarınızı öldürmeyin” emri, günümüzde yaygın olarak uygulanan ve ciddi tartışmalara yol açan kürtaj konusuyla yakından ilgilidir. Günümüz âlimlerinin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşündedirler.
4. “Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın.” Burada geçen fevâhiş kelimesi fuhş kökünden gelmekte olup “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz ve davranışlar”ı ifade eder. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre Câhiliye Arapları açıktan zina edilmesini hoş karşılamaz, ancak gizli gizli zina ederlerdi (İbn Âşûr, V, 160). Âyette onların bu anlayış ve tutumları reddedilmiştir. Bununla birlikte, âyetteki fevâhiş lafzı çoğul olduğundan ve ayrıca bununla sadece zinanın kastedildiğini gösteren belirleyici bir ifade bulunmadığından, bu yasağı zina ile sınırlamak doğru değildir. Burada kötülüklerin gizlisinin de açığının da özellikle tasrih edilmesi ilgi çekicidir. Çünkü eğer bir insan, açıktan işlemeye çekindiği bir kötülüğü gizli olarak yapabiliyorsa, bu onun, insanlar tarafından kınanmaktan çekindiği halde Allah’ın buyruğunu ihlâl etmekten çekinmediğini gösterir. Ayrıca kötülüğü “yapmayın” veya “işlemeyin” yerine “yaklaşmayın” buyurulması, insanı kaçınılmaz olarak kötülük işlemeye sevkedebilecek ortam ve şartlardan uzak durmayı öngörmektedir.
5. “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın.” Buradaki tahrîmde “yasaklama” yanında “muhterem ve dokunulmaz kılma” anlamı da vardır. Bunun özellikle belirtilmesi, insan hayatının Hz. Âdem’den beri dokunulmaz olduğunu ima eder (İbn Âşûr, VIII, 161). Âyetteki hak kelimesi bâtılın zıddı olup din ve aklın doğru, gerçek, meşrû saydığı durumu ifade eder. Burada “doğru, gerçek, geçerli, meşrû sebep” anlamında kullanılmıştır (geniş bilgi için bk. Mâide
5:32).
6. “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına sadece iyi tutumla yaklaşın.” Şüphesiz meşruiyet içinde bütün insanların malları dokunulmaz olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından dolayı yetimlerin malları daha çok saldırı veya istismara açık olduğu için âyette bu hususta özellikle titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak bu malın zaman içinde aşınmasına veya en azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu malla ilgilenmeye izin verilmiş, hatta “en iyi ve en güzel” (ahsen) kaydından anlaşıldığı kadarıyla ilgilenmek zımnen teşvik edilmiştir. Zira en iyi ve en güzeli yapmak faziletin gereğidir.
7. “Ölçü ve tartıyı adaletle yapın.” İnsanlar arasındaki en yoğun ilişkilerden olan alışveriş sırasındaki ölçü ve tartılarda haksızlıklar sıklıkla vuku bulduğu için hemen her dönemin illeti olan bu duruma özellikle dikkat çekilmiş; ayrıca adaleti her zaman tam olarak yerine getirmek insanın gücünü aşan bir yükümlülük olduğundan, âyetin devamında “Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz” buyurulmakla kasıtsız olarak yapılan yanlış ölçü ve tartıların sorumluluğu gerektirmediğine işaret edilmiştir. Râzî’nin de belirttiği üzere, burada geçen ifa kavramı tam olarak ölçüp tartmayı ifade etmekle birlikte ayrıca bir de kıst (adalet) kelimesinin geçmesinden anlaşılıyor ki, alışveriş sırasında satıcının da müşterinin de karşılıklı olarak adalet ve hakkaniyeti gözetmeleri gerekmektedir.
8. “Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa, adaletli olun.” Bu buyruk, çeşitli konularla ilgili bilgi, haber, hüküm, övgü, yergi, sözleşme, yemin, vaad, vasiyet, öğüt, eleştiri, emir, istek, istişare gibi her türlü sözlü ilişkilerde adaletli, dürüst ve doğru olmayı; haksızlık, zulüm, incitme, eziyet, hakaret gibi ahlâka aykırı amaçlar güden sözler sarfetmekten sakınmayı kapsamaktadır. İnsanların yakınlarına duydukları sevgi ve acıma gibi sübjektif sebeplerle haksızlık yapmaları sıklıkla karşılaşılan beşerî zaaflardan olduğu için âyetteki “yakınlarınız bile olsa” kaydıyla bu hususta özellikle uyarıda bulunulmuştur.
9. “Allah’ın ahdini tam olarak yerine getirin.” Allah’ın ahdinden maksat, O’nun kullarına yüklediği her türlü vazifelerdir. Müslüman olan kişi, bir bakıma Allah ile ahidleşmiş, O’nun hükümlerine uymayı taahhüt etmiş olduğundan âyette bu durum hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara meşrû bir vaadde bulunulduğunda bunun yerine getirilmesi de Allah’ın buyruğu olup söz konusu âyet bu buyruğu da kapsamaktadır.
10. “Bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın.” 153. âyetin bu kısmı yukarıdaki bütün emir ve yasakları kapsamakta, devamında ise bunun dışındaki bütün yolların, yani burada başlıca ilkeleri belirtilmiş bulunan İslâm’a aykırı her türlü düşünce ve hayat tarzlarının, insanları Allah’ın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibaret olduğu ifade buyurulmaktadır.
Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.[205] Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız.[206] (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.
205. Yetimin malına en güzel bir şekilde yaklaşmak, onun malının çoğalmasını sağlayacak yolları araştırmak demektir.206. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Bakara sûresi, âyet, 286.
Yukarıda müşriklerin temelsiz hükümleri ve kuralları eleştirildikten sonra bu âyetlerde asıl benimsenmesi gereken başlıca ilâhî kurallar ve hükümler yer almakta; biri tevhid inancına, diğerleri ahlâka dair olmak üzere İslâm’ın dokuz temel buyruğu sıralanmakta, son olarak da bütün bu buyurulanları kapsayıcı küllî bir ödev olmak üzere, Allah’ın dosdoğru olan yolundan gidilmesi emredilmektedir. 151. âyetin başındaki “Gelin, rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım” meâlindeki ifade muhatapların ilgisini, müteakip ifadelerdeki ilkeleri ihtiva eden yolun tek doğru ve izlenmesi zorunlu yol olduğu gerçeğine çekme gayesini gütmektedir. Bu âyetlerde sıralanan buyruklar şunlardır: 1. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Bu, İslâm’ın ana ilkesi olanAllah’ın her yönden birliği inancının bir gereği olup müslüman olmanın da ilk şartıdır. Fahreddin er-Râzî, ilgili âyetlere göndermeler yaparak, bu sûrede çeşitli müşrik zümrelerin en iyi şekilde açıklandığını belirttikten sonra bunları şöyle sıralamaktadır: Putperestler, yıldızperestler, Yezdân ve Ehrimen’in tanrılığını iddia edenler, Allah’a erkek ve kız çocuk isnat edenler (Râzî, XIII, 232). 2. “Anne babaya iyilik edin.” Âyetin bu kısmında geçen ihsân “güzellik, iyilik” anlamına gelen hüsn kelimesinden türetilmiş olup en geniş anlamda “iyilik etmek, güzel davranmak” demektir. Âyette bu buyruğun, Allah’ın birliğine inanmayı emreden ifadeden hemen sonra gelmesi, anne baba hakkının önemini gösterir (geniş bilgi için bk. İsrâ
17:23). 3. “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” Özellikle geçim kaygısıyla çocuk öldürmenin, Allah’ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar zengin olduğundan şüphelenme anlamı taşıdığına bir işaret vardır. Ayrıca burada, sadece eski tefsirlerde söz konusu edilen Câhiliye dönemindeki çocuk öldürme uygulaması (bilgi için bk. En‘âm
6:137, 140) kastedilmeyip özellikle “fakirlik korkusuyla” veya “geçim kaygısıyla” şeklindeki kayıttan hareketle, anne karnındaki çocuğun öldürülmesinin de yasaklandığı dikkate alınmalıdır; ayrıca böyle bir uygulamanın Câhiliye döneminde de mevcut olduğu düşünülebilir. Günümüzde bir baba veya annenin kendi çocuğunu öldürmesi bütün dünyada suç sayılmakta ve nâdiren vuku bulmaktaysa da, bu ve benzeri âyetler, doğum kontrolü ve nüfus planlaması gibi meseleler dolayısıyla güncelliğini korumakta ve bu bakımdan ilgili âyet ve hadislere dayanılarak söz konusu meseleler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Hz. Peygamber’in, doğum kontrolünün en basit şekli olan azil (meniyi rahimin dışına akıtma) uygulamasına izin verdiğine dair hadisler vardır (Buhârî, “Nikâh”, 96, “Megåzî”, 32; Müslim, “Nikâh”, 125, 134, 136, Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 49; Tirmizî, “Nikâh”, 39; Müsned, III, 33, 51, 53, 309; el-Muvatta’, “Talâk”, 95). Çeşitli mezheplerin âlimlerinin çoğunluğu da azlin câiz olduğunu kabul etmişlerdir (geniş bilgi için bk. Gazzâlî, İhyâ’, II, 47-49). Azlin mubah olması, gebe kalmamak için –başka bir yasak çiğnenmedikçe ve zararlı olmamak kaydıyla– daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da câiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an’da gebe kalmamak değil, çocuk öldürmek yasaklanmıştır. Bununla birlikte evlenmenin asıl amacı, neslin devamı ve gelişmesi için çocuk yapmaktır. Bu sebeple kadının güzelliğinin bozulması, çocuğun bir ayak bağı telakki edilmesi gibi keyfî sebeplerle fıtratın tabii akışına müdahale etmek, özellikle müslüman nüfusun artmasının gerekli olduğu hal ve şartlarda çocuk yapmaktan kaçınmak doğru değildir. Âyetteki “Çocuklarınızı öldürmeyin” emri, günümüzde yaygın olarak uygulanan ve ciddi tartışmalara yol açan kürtaj konusuyla yakından ilgilidir. Günümüz âlimlerinin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşündedirler. 4. “Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın.” Burada geçen fevâhiş kelimesi fuhş kökünden gelmekte olup “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz ve davranışlar”ı ifade eder. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre Câhiliye Arapları açıktan zina edilmesini hoş karşılamaz, ancak gizli gizli zina ederlerdi (İbn Âşûr, V, 160). Âyette onların bu anlayış ve tutumları reddedilmiştir. Bununla birlikte, âyetteki fevâhiş lafzı çoğul olduğundan ve ayrıca bununla sadece zinanın kastedildiğini gösteren belirleyici bir ifade bulunmadığından, bu yasağı zina ile sınırlamak doğru değildir. Burada kötülüklerin gizlisinin de açığının da özellikle tasrih edilmesi ilgi çekicidir. Çünkü eğer bir insan, açıktan işlemeye çekindiği bir kötülüğü gizli olarak yapabiliyorsa, bu onun, insanlar tarafından kınanmaktan çekindiği halde Allah’ın buyruğunu ihlâl etmekten çekinmediğini gösterir. Ayrıca kötülüğü “yapmayın” veya “işlemeyin” yerine “yaklaşmayın” buyurulması, insanı kaçınılmaz olarak kötülük işlemeye sevkedebilecek ortam ve şartlardan uzak durmayı öngörmektedir. 5. “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın.” Buradaki tahrîmde “yasaklama” yanında “muhterem ve dokunulmaz kılma” anlamı da vardır. Bunun özellikle belirtilmesi, insan hayatının Hz. Âdem’den beri dokunulmaz olduğunu ima eder (İbn Âşûr, VIII, 161). Âyetteki hak kelimesi bâtılın zıddı olup din ve aklın doğru, gerçek, meşrû saydığı durumu ifade eder. Burada “doğru, gerçek, geçerli, meşrû sebep” anlamında kullanılmıştır (geniş bilgi için bk. Mâide
5:32). 6. “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına sadece iyi tutumla yaklaşın.” Şüphesiz meşruiyet içinde bütün insanların malları dokunulmaz olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından dolayı yetimlerin malları daha çok saldırı veya istismara açık olduğu için âyette bu hususta özellikle titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak bu malın zaman içinde aşınmasına veya en azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu malla ilgilenmeye izin verilmiş, hatta “en iyi ve en güzel” (ahsen) kaydından anlaşıldığı kadarıyla ilgilenmek zımnen teşvik edilmiştir. Zira en iyi ve en güzeli yapmak faziletin gereğidir. 7. “Ölçü ve tartıyı adaletle yapın.” İnsanlar arasındaki en yoğun ilişkilerden olan alışveriş sırasındaki ölçü ve tartılarda haksızlıklar sıklıkla vuku bulduğu için hemen her dönemin illeti olan bu duruma özellikle dikkat çekilmiş; ayrıca adaleti her zaman tam olarak yerine getirmek insanın gücünü aşan bir yükümlülük olduğundan, âyetin devamında “Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz” buyurulmakla kasıtsız olarak yapılan yanlış ölçü ve tartıların sorumluluğu gerektirmediğine işaret edilmiştir. Râzî’nin de belirttiği üzere, burada geçen ifa kavramı tam olarak ölçüp tartmayı ifade etmekle birlikte ayrıca bir de kıst (adalet) kelimesinin geçmesinden anlaşılıyor ki, alışveriş sırasında satıcının da müşterinin de karşılıklı olarak adalet ve hakkaniyeti gözetmeleri gerekmektedir. 8. “Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa, adaletli olun.” Bu buyruk, çeşitli konularla ilgili bilgi, haber, hüküm, övgü, yergi, sözleşme, yemin, vaad, vasiyet, öğüt, eleştiri, emir, istek, istişare gibi her türlü sözlü ilişkilerde adaletli, dürüst ve doğru olmayı; haksızlık, zulüm, incitme, eziyet, hakaret gibi ahlâka aykırı amaçlar güden sözler sarfetmekten sakınmayı kapsamaktadır. İnsanların yakınlarına duydukları sevgi ve acıma gibi sübjektif sebeplerle haksızlık yapmaları sıklıkla karşılaşılan beşerî zaaflardan olduğu için âyetteki “yakınlarınız bile olsa” kaydıyla bu hususta özellikle uyarıda bulunulmuştur. 9. “Allah’ın ahdini tam olarak yerine getirin.” Allah’ın ahdinden maksat, O’nun kullarına yüklediği her türlü vazifelerdir. Müslüman olan kişi, bir bakıma Allah ile ahidleşmiş, O’nun hükümlerine uymayı taahhüt etmiş olduğundan âyette bu durum hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara meşrû bir vaadde bulunulduğunda bunun yerine getirilmesi de Allah’ın buyruğu olup söz konusu âyet bu buyruğu da kapsamaktadır. 10. “Bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın.” 153. âyetin bu kısmı yukarıdaki bütün emir ve yasakları kapsamakta, devamında ise bunun dışındaki bütün yolların, yani burada başlıca ilkeleri belirtilmiş bulunan İslâm’a aykırı her türlü düşünce ve hayat tarzlarının, insanları Allah’ın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibaret olduğu ifade buyurulmaktadır.
İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.
Yukarıda müşriklerin temelsiz hükümleri ve kuralları eleştirildikten sonra bu âyetlerde asıl benimsenmesi gereken başlıca ilâhî kurallar ve hükümler yer almakta; biri tevhid inancına, diğerleri ahlâka dair olmak üzere İslâm’ın dokuz temel buyruğu sıralanmakta, son olarak da bütün bu buyurulanları kapsayıcı küllî bir ödev olmak üzere, Allah’ın dosdoğru olan yolundan gidilmesi emredilmektedir. 151. âyetin başındaki “Gelin, rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım” meâlindeki ifade muhatapların ilgisini, müteakip ifadelerdeki ilkeleri ihtiva eden yolun tek doğru ve izlenmesi zorunlu yol olduğu gerçeğine çekme gayesini gütmektedir. Bu âyetlerde sıralanan buyruklar şunlardır: 1. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Bu, İslâm’ın ana ilkesi olanAllah’ın her yönden birliği inancının bir gereği olup müslüman olmanın da ilk şartıdır. Fahreddin er-Râzî, ilgili âyetlere göndermeler yaparak, bu sûrede çeşitli müşrik zümrelerin en iyi şekilde açıklandığını belirttikten sonra bunları şöyle sıralamaktadır: Putperestler, yıldızperestler, Yezdân ve Ehrimen’in tanrılığını iddia edenler, Allah’a erkek ve kız çocuk isnat edenler (Râzî, XIII, 232). 2. “Anne babaya iyilik edin.” Âyetin bu kısmında geçen ihsân “güzellik, iyilik” anlamına gelen hüsn kelimesinden türetilmiş olup en geniş anlamda “iyilik etmek, güzel davranmak” demektir. Âyette bu buyruğun, Allah’ın birliğine inanmayı emreden ifadeden hemen sonra gelmesi, anne baba hakkının önemini gösterir (geniş bilgi için bk. İsrâ
17:23). 3. “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” Özellikle geçim kaygısıyla çocuk öldürmenin, Allah’ın hazinesinin herkesi rızıklandıracak kadar zengin olduğundan şüphelenme anlamı taşıdığına bir işaret vardır. Ayrıca burada, sadece eski tefsirlerde söz konusu edilen Câhiliye dönemindeki çocuk öldürme uygulaması (bilgi için bk. En‘âm
6:137, 140) kastedilmeyip özellikle “fakirlik korkusuyla” veya “geçim kaygısıyla” şeklindeki kayıttan hareketle, anne karnındaki çocuğun öldürülmesinin de yasaklandığı dikkate alınmalıdır; ayrıca böyle bir uygulamanın Câhiliye döneminde de mevcut olduğu düşünülebilir. Günümüzde bir baba veya annenin kendi çocuğunu öldürmesi bütün dünyada suç sayılmakta ve nâdiren vuku bulmaktaysa da, bu ve benzeri âyetler, doğum kontrolü ve nüfus planlaması gibi meseleler dolayısıyla güncelliğini korumakta ve bu bakımdan ilgili âyet ve hadislere dayanılarak söz konusu meseleler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Hz. Peygamber’in, doğum kontrolünün en basit şekli olan azil (meniyi rahimin dışına akıtma) uygulamasına izin verdiğine dair hadisler vardır (Buhârî, “Nikâh”, 96, “Megåzî”, 32; Müslim, “Nikâh”, 125, 134, 136, Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 49; Tirmizî, “Nikâh”, 39; Müsned, III, 33, 51, 53, 309; el-Muvatta’, “Talâk”, 95). Çeşitli mezheplerin âlimlerinin çoğunluğu da azlin câiz olduğunu kabul etmişlerdir (geniş bilgi için bk. Gazzâlî, İhyâ’, II, 47-49). Azlin mubah olması, gebe kalmamak için –başka bir yasak çiğnenmedikçe ve zararlı olmamak kaydıyla– daha başka tıbbî önlemlere başvurmanın da câiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an’da gebe kalmamak değil, çocuk öldürmek yasaklanmıştır. Bununla birlikte evlenmenin asıl amacı, neslin devamı ve gelişmesi için çocuk yapmaktır. Bu sebeple kadının güzelliğinin bozulması, çocuğun bir ayak bağı telakki edilmesi gibi keyfî sebeplerle fıtratın tabii akışına müdahale etmek, özellikle müslüman nüfusun artmasının gerekli olduğu hal ve şartlarda çocuk yapmaktan kaçınmak doğru değildir. Âyetteki “Çocuklarınızı öldürmeyin” emri, günümüzde yaygın olarak uygulanan ve ciddi tartışmalara yol açan kürtaj konusuyla yakından ilgilidir. Günümüz âlimlerinin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşündedirler. 4. “Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın.” Burada geçen fevâhiş kelimesi fuhş kökünden gelmekte olup “çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz ve davranışlar”ı ifade eder. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre Câhiliye Arapları açıktan zina edilmesini hoş karşılamaz, ancak gizli gizli zina ederlerdi (İbn Âşûr, V, 160). Âyette onların bu anlayış ve tutumları reddedilmiştir. Bununla birlikte, âyetteki fevâhiş lafzı çoğul olduğundan ve ayrıca bununla sadece zinanın kastedildiğini gösteren belirleyici bir ifade bulunmadığından, bu yasağı zina ile sınırlamak doğru değildir. Burada kötülüklerin gizlisinin de açığının da özellikle tasrih edilmesi ilgi çekicidir. Çünkü eğer bir insan, açıktan işlemeye çekindiği bir kötülüğü gizli olarak yapabiliyorsa, bu onun, insanlar tarafından kınanmaktan çekindiği halde Allah’ın buyruğunu ihlâl etmekten çekinmediğini gösterir. Ayrıca kötülüğü “yapmayın” veya “işlemeyin” yerine “yaklaşmayın” buyurulması, insanı kaçınılmaz olarak kötülük işlemeye sevkedebilecek ortam ve şartlardan uzak durmayı öngörmektedir. 5. “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın.” Buradaki tahrîmde “yasaklama” yanında “muhterem ve dokunulmaz kılma” anlamı da vardır. Bunun özellikle belirtilmesi, insan hayatının Hz. Âdem’den beri dokunulmaz olduğunu ima eder (İbn Âşûr, VIII, 161). Âyetteki hak kelimesi bâtılın zıddı olup din ve aklın doğru, gerçek, meşrû saydığı durumu ifade eder. Burada “doğru, gerçek, geçerli, meşrû sebep” anlamında kullanılmıştır (geniş bilgi için bk. Mâide
5:32). 6. “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına sadece iyi tutumla yaklaşın.” Şüphesiz meşruiyet içinde bütün insanların malları dokunulmaz olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından dolayı yetimlerin malları daha çok saldırı veya istismara açık olduğu için âyette bu hususta özellikle titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak bu malın zaman içinde aşınmasına veya en azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu malla ilgilenmeye izin verilmiş, hatta “en iyi ve en güzel” (ahsen) kaydından anlaşıldığı kadarıyla ilgilenmek zımnen teşvik edilmiştir. Zira en iyi ve en güzeli yapmak faziletin gereğidir. 7. “Ölçü ve tartıyı adaletle yapın.” İnsanlar arasındaki en yoğun ilişkilerden olan alışveriş sırasındaki ölçü ve tartılarda haksızlıklar sıklıkla vuku bulduğu için hemen her dönemin illeti olan bu duruma özellikle dikkat çekilmiş; ayrıca adaleti her zaman tam olarak yerine getirmek insanın gücünü aşan bir yükümlülük olduğundan, âyetin devamında “Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz” buyurulmakla kasıtsız olarak yapılan yanlış ölçü ve tartıların sorumluluğu gerektirmediğine işaret edilmiştir. Râzî’nin de belirttiği üzere, burada geçen ifa kavramı tam olarak ölçüp tartmayı ifade etmekle birlikte ayrıca bir de kıst (adalet) kelimesinin geçmesinden anlaşılıyor ki, alışveriş sırasında satıcının da müşterinin de karşılıklı olarak adalet ve hakkaniyeti gözetmeleri gerekmektedir. 8. “Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa, adaletli olun.” Bu buyruk, çeşitli konularla ilgili bilgi, haber, hüküm, övgü, yergi, sözleşme, yemin, vaad, vasiyet, öğüt, eleştiri, emir, istek, istişare gibi her türlü sözlü ilişkilerde adaletli, dürüst ve doğru olmayı; haksızlık, zulüm, incitme, eziyet, hakaret gibi ahlâka aykırı amaçlar güden sözler sarfetmekten sakınmayı kapsamaktadır. İnsanların yakınlarına duydukları sevgi ve acıma gibi sübjektif sebeplerle haksızlık yapmaları sıklıkla karşılaşılan beşerî zaaflardan olduğu için âyetteki “yakınlarınız bile olsa” kaydıyla bu hususta özellikle uyarıda bulunulmuştur. 9. “Allah’ın ahdini tam olarak yerine getirin.” Allah’ın ahdinden maksat, O’nun kullarına yüklediği her türlü vazifelerdir. Müslüman olan kişi, bir bakıma Allah ile ahidleşmiş, O’nun hükümlerine uymayı taahhüt etmiş olduğundan âyette bu durum hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara meşrû bir vaadde bulunulduğunda bunun yerine getirilmesi de Allah’ın buyruğu olup söz konusu âyet bu buyruğu da kapsamaktadır. 10. “Bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın.” 153. âyetin bu kısmı yukarıdaki bütün emir ve yasakları kapsamakta, devamında ise bunun dışındaki bütün yolların, yani burada başlıca ilkeleri belirtilmiş bulunan İslâm’a aykırı her türlü düşünce ve hayat tarzlarının, insanları Allah’ın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibaret olduğu ifade buyurulmaktadır.
Sonra iyilik yapanlara nimeti tamamlamak, her şeyi açıklamak, hidayet ve rahmete erdirmek için Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman etsinler.
Müşrikler, bir önceki âyette “Allah’ın yolu” diye nitelenen İslâm’ı reddettikleri için 154. âyette Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ın indirildiği belirtildikten sonra 155. âyette Kur’an’ın da Allah tarafından indirilmiş kutsal bir kitap olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim yine bu sûrede başka bir vesileyle böyle bir hatırlatmada daha bulunulmuştu (geniş bilgi için bk. 91. âyet). Ayrıca Tevrat ile Kur’an arasında böyle bir münasebetin kurulmasıyla 151-153. âyetlerde sıralanan hükümlerin Tevrat’ta da yer almış bulunan evrensel hükümler olduğuna işaret buyurulmaktadır.
Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.
Müşrikler, bir önceki âyette “Allah’ın yolu” diye nitelenen İslâm’ı reddettikleri için 154. âyette Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ın indirildiği belirtildikten sonra 155. âyette Kur’an’ın da Allah tarafından indirilmiş kutsal bir kitap olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim yine bu sûrede başka bir vesileyle böyle bir hatırlatmada daha bulunulmuştu (geniş bilgi için bk. 91. âyet). Ayrıca Tevrat ile Kur’an arasında böyle bir münasebetin kurulmasıyla 151-153. âyetlerde sıralanan hükümlerin Tevrat’ta da yer almış bulunan evrensel hükümler olduğuna işaret buyurulmaktadır.
156,157. “Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (yahudilere ve hıristiyanlara) indirildi. Biz onların okumalarından habersiz idik” demeyesiniz, yahut, “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz, diye bu Kur’an’ı indirdik. İşte size Rabbinizden açıkça bir delil, bir hidayet ve bir rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve (insanları) onlardan çeviren kimseden daha zalim kimdir!? İnsanları âyetlerimizden alıkoymaya kalkışanları, yapmakta oldukları engellemeden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.
Bir önceki âyette Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bereketli ve hayırlı bir kitap olduğu belirtildikten sonra bu âyetlerde de onun indiriliş gerekçelerinden ikisi zikredilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrikler Tevrat ve İncil’in Allah kelâmı olduğuna inanıyor, ancak o günkü şartların el vermemesi, özellikle dillerinin farklı olması sebebiyle bu kitaplardan yararlanamadıklarını söyleyerek güya bundan üzüntü duyuyorlardı; ayrıca onlar, yahudilerle hıristiyanların din konusundaki gevşekliklerini de biliyor ve eğer kendilerine bir kitap gelecek olsa onlardan daha kararlı bir şekilde doğru yolda yaşayacaklarını ileri sürüyorlardı. Yüce Allah, müşriklerin bu türlü yakınmalarla mazeretler ileri sürmelerini (bazı müfessirlere göre bu mazeretleri âhirette de tekrar etmelerini) önlemek için “İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet geldi” buyurarak onların özlemlerinin gerçekleştiğini, mazeretlerinin ortadan kalktığını belirtmekte; buna rağmen Allah’ın âyetlerini inkâr eder ve ondan yüz çevirirlerse en büyük haksızlığı işlemiş olacaklarını ve bunun cezasını da ağır bir şekilde göreceklerini bildirmektedir.
157. âyette Kur’an-ı Kerîm’in üç kelimeyle nitelendirildiği görülmektedir: Beyyine, hüdâ, rahmet. Beyyine “gerçeği apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin belge” demektir. Kur’an, gerek eşsiz edebî üstünlüğü gerekse yalnızca gerçeği, iyiyi ve güzeli dile getiren muhtevası itibariyle apaçık bir delil ve belge olduğu için beyyine; bu vasfıyla şaşmaz bir rehber olduğu için hüdâ (hidayet kaynağı); bütün bunların bir neticesi olarak kendisine inanıp bağlanan kişi ve toplumlara sadece hayır ve saadet getirdiği için de rahmet diye nitelendirilmiştir.
156,157. “Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (yahudilere ve hıristiyanlara) indirildi. Biz onların okumalarından habersiz idik” demeyesiniz, yahut, “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz, diye bu Kur’an’ı indirdik. İşte size Rabbinizden açıkça bir delil, bir hidayet ve bir rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve (insanları) onlardan çeviren kimseden daha zalim kimdir!? İnsanları âyetlerimizden alıkoymaya kalkışanları, yapmakta oldukları engellemeden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.
Bir önceki âyette Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bereketli ve hayırlı bir kitap olduğu belirtildikten sonra bu âyetlerde de onun indiriliş gerekçelerinden ikisi zikredilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrikler Tevrat ve İncil’in Allah kelâmı olduğuna inanıyor, ancak o günkü şartların el vermemesi, özellikle dillerinin farklı olması sebebiyle bu kitaplardan yararlanamadıklarını söyleyerek güya bundan üzüntü duyuyorlardı; ayrıca onlar, yahudilerle hıristiyanların din konusundaki gevşekliklerini de biliyor ve eğer kendilerine bir kitap gelecek olsa onlardan daha kararlı bir şekilde doğru yolda yaşayacaklarını ileri sürüyorlardı. Yüce Allah, müşriklerin bu türlü yakınmalarla mazeretler ileri sürmelerini (bazı müfessirlere göre bu mazeretleri âhirette de tekrar etmelerini) önlemek için “İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet geldi” buyurarak onların özlemlerinin gerçekleştiğini, mazeretlerinin ortadan kalktığını belirtmekte; buna rağmen Allah’ın âyetlerini inkâr eder ve ondan yüz çevirirlerse en büyük haksızlığı işlemiş olacaklarını ve bunun cezasını da ağır bir şekilde göreceklerini bildirmektedir. 157. âyette Kur’ân-ı Kerîm’in üç kelimeyle nitelendirildiği görülmektedir: Beyyine, hüdâ, rahmet. Beyyine “gerçeği apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin belge” demektir. Kur’an, gerek eşsiz edebî üstünlüğü gerekse yalnızca gerçeği, iyiyi ve güzeli dile getiren muhtevası itibariyle apaçık bir delil ve belge olduğu için beyyine; bu vasfıyla şaşmaz bir rehber olduğu için hüdâ (hidayet kaynağı); bütün bunların bir neticesi olarak kendisine inanıp bağlanan kişi ve toplumlara sadece hayır ve saadet getirdiği için de rahmet diye nitelendirilmiştir.
(Ey Muhammed!) Onlar (iman etmek için) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini[207] ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış olan bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez.[208] De ki: “Siz bekleyin. Şüphesiz biz de bekliyoruz.”
207. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Furkân sûresi, âyet, 7,8,21.208. Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: Mü’min sûresi, âyet, 84,85.
Önceki bazı âyetlerde geçtiği üzere (bk. 8-9, 37, 50, 58, 111, 124) müşrikler, İslâm’ın hak din olduğunu kanıtlayan açık seçik delillerle yetinmeyerek, akıllarınca Hz. Peygamber’i güç durumda bırakmak için daha başka delillerin gösterilmesini istiyorlardı.
Klasik tefsirlerde genellikle buradaki “bazı âyetler” ifadesi kıyamet alâmetleri (eşrât-ı sâat) şeklinde tefsir edilmiştir. Ancak bu âyetlerden, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tecellilerinden olan ölüm hadiselerinin kastedildiğini düşünmek de mümkündür (Ateş, III, 267). “Rabbin gelmesi”nden maksat, O’nun azabının gelmesi, vuku bulması veya Allah’ın mahşerde hüküm vermesidir. Kıyamet alâmetlerinin zuhurundan sonra veya sekerât-ı mevt denilen ölüm anında artık yükümlülük zamanı geçmiş ve sorumluluk dönemi başlamış olduğundan, bundan önce iman etmemiş “yahut inancı kendisine iyilik kazandırmamış” yani imanını sâlih amellerle bütünleştirip yararlı hale getirmemiş (İbn Atıyye, II, 367) kişinin o andan itibaren inandığını ifade etmesi kendisine bir fayda sağlamayacaktır (âyetin bu kısmıyla ilgili olarak mezheplerin farklı tefsir ve görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Elmalılı, III, 2104-2109; İbn Âşûr, VIII, 186-1191).
Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.
İbn Abbas, Mücâhid ve Katâde’den nakledilen bir rivayete göre “dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar”dan maksat yahudiler ve hıristiyanlar (İbn Atıyye, II, 367), yine İbn Abbas’a isnad edilen başka bir görüşe göre bunlar müşriklerdir (Râzî, XIV, 7). Zira, 100. âyetin tefsirinde de belirtildiği gibi İslâm’dan önceki Araplar çok çeşitli inanç gruplarına ayrılmışlardı. Ayrıca bu âyette, İslâm ümmeti içinde daha sonra ortaya çıkan gruplaşmalara işaret buyurulduğu da düşünülebilir. Her hâlükârda âyet-i kerîme, dinde birlik ve beraberliğin önemini vurgulamakta, bu hususta ayrılığa düşenlerin Hz. Muhammed’den de uzaklaşmış olacakları uyarısında bulunmaktadır.
Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.
Hasene, dinin ve aklıselimin iyi ve doğru kabul ettiği her türlü inanç, tutum ve davranışı, seyyie de bunların zıddını ifade eder. Her ne kadar bazı âlimler buradaki haseneyi “kelime-i tevhid”, seyyieyi de “küfür” ve “şirk” şeklinde açıklamışlarsa da âyetin genel olan lafzını bu şekilde tahsis etmek için sebep yoktur (Râzî, XIV, 8). Nitekim Taberî’nin bu âyet münasebetiyle aktardığı bir rivayete göre ashabdan Ebû Zer’in “Yâ Resûlellah! ‘Lâ ilâhe illallah’ sözü hasenâttan mıdır?” sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği “Hem de en üstünü!” şeklindeki cevap (VIII, 108), hasenenin, kelime-i tevhidi de içine alan geniş kapsamlı bir kavram olduğunu göstermektedir.
Burada da görüldüğü gibi bazı âyet ve hadislerde kötülüğün karşılığının dengi ile, iyiliğin karşılığınınsa fazlasıyla verileceği bildirilmiş; bu fazlalık yukarıdaki âyette “on misli” olarak belirtilmiştir. Diğer âyetlerde ise, böyle bir miktar belirtilmeden hasenenin “kat kat fazlasıyla” (Nisâ
4:40), “daha iyisiyle” (Neml
27:89), “daha güzeliyle” (Şûrâ
42:23) karşılık bulacağı bildirilmekle yetinilir. Bütün ilgili kaynaklarda, 160. âyete dayanılarak, bir iyiliğin mükâfatının en az on misli fazla olacağı, ikinci âyetler grubunun bundan daha büyük miktarları gösterdiği ifade edilmiştir. Hatta Enes b. Mâlik’in rivayet ettiği bir hadiste, cennet ehlinin dilekleri üzerine Hz. Peygamber’in şefaati sayesinde, “kalbinde zerre kadar bir hayır (iman) bulunan kimse”nin bile cehennemden kurtulacağı bildirilmiştir (Buhârî, “Tevhîd”, 19; Müslim, “Îmân”, 304).
Hadis şârihlerinin ayrıntılı olarak incelediği (meselâ bk. Nevevî, Şerhu Müslim, I, 148-152; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XXIV, 115-123) bazı hadislere göre istenip de yapılmayan kötülük yazılmayacak, yapılan da bir tek kötülük olarak yazılacak; buna mukabil yine istenip de yapılmayan iyilik bir iyilik olarak, yapılan da on mislinden 700 misline kadar katlanarak yazılacaktır. Bu hadislerin birinde “700 misli”nden sonra bir de “daha çok katlanarak” ifadesi yer alır (Buhârî “Rikāk”, 31; “Tevhîd”, 35; Müslim, “Îmân”, 203-207). İbn Hacer’in oldukça mâkul gelen bir görüşüne göre iyilik, bir fiil ve davranış olarak 700 misline kadar ödüllendirilir. Şu var ki, bu davranışın arkasındaki iyi niyet, ihlâs, azim ve kararlılık, gönül huzuru gibi yüksek duygu ve düşüncelere, ayrıca yapılan işin kalitesine, hayır ve menfaatinin kapsamına vb. müsbet niteliklerine göre ecri de yüksek olur (Fethu’l-bârî, XXIV, 118).
Şuna da işaret etmek gerekir ki, daha başka benzerleri yanında, özellikle “Kim (ilâhî huzura) iyilikle gelirse ona daha iyisi verilir... Ama kimler de kötülükle gelirse işte onlar yüzüstü cehenneme atılırlar. Yaptıklarınızın karşılığından başkasını mı göreceksiniz?” (Neml
27:89-90) meâlindeki âyetle Kasas sûresinin aynı mahiyetteki 84. âyetini dikkate alarak iyiliklerin karşılığının fazlasıyla verilmesi, şefaat ve af gibi konularda, insanları dinî ve ahlâkî görevlerini ihmal etmeye kadar götürebilecek aşırı iyimserliklerden, boş ümitlerden de kaçınmak gerekmektedir.
De ki: “Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”
“Millet-i İbrâhîm” ifadesi, başta tevhid inancı olmak üzere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nüsük kelimesi hem genel olarak “tapınma” hem de özellikle “kurban” anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise “birinin ardından gelen, onun yerini alan” demektir (halîfe teriminin anlamları konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:30).
Sûrenin başından itibaren Allah’ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm’ın hak din, Hz. Muhammed’in de hak peygamber olduğu; ayrıca İslâm’a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde Hz. Peygamber’e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah’ın lutfettiği hidayet sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadî ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar’ın hem de yahudiler ve hıristiyanların sözde inandıkları İbrâhim’in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve kendi döneminde hak dine teslimiyet gösterenlerin ilki olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır. Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnenler sonunda Allah’ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir.
Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nisbetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan içindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır.
Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah’ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah’ın cezalandırmasının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O’nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindirilmektedir.
Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
“Millet-i İbrâhîm” ifadesi, başta tevhid inancı olmak üzere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nüsük kelimesi hem genel olarak “tapınma” hem de özellikle “kurban” anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise “birinin ardından gelen, onun yerini alan” demektir (halîfe teriminin anlamları konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:30). Sûrenin başından itibaren Allah’ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm’ın hak din, Hz. Muhammed’in de hak peygamber olduğu; ayrıca İslâm’a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde Hz. Peygamber’e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah’ın lutfettiği hidayet sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadî ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar’ın hem de yahudiler ve hıristiyanların sözde inandıkları İbrâhim’in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır. Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnenler sonunda Allah’ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir. Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nisbetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan içindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır. Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah’ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah’ın cezalandırmasının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O’nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindirilmektedir.
“O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.”
“Millet-i İbrâhîm” ifadesi, başta tevhid inancı olmak üzere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nüsük kelimesi hem genel olarak “tapınma” hem de özellikle “kurban” anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise “birinin ardından gelen, onun yerini alan” demektir (halîfe teriminin anlamları konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:30). Sûrenin başından itibaren Allah’ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm’ın hak din, Hz. Muhammed’in de hak peygamber olduğu; ayrıca İslâm’a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde Hz. Peygamber’e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah’ın lutfettiği hidayet sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadî ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar’ın hem de yahudiler ve hıristiyanların sözde inandıkları İbrâhim’in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır. Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnenler sonunda Allah’ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir. Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nisbetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan içindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır. Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah’ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah’ın cezalandırmasının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O’nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindirilmektedir.
De ki: “Her şeyin Rabbi O iken ben başka bir Rab mı arayayım? Herkes günahı yalnız kendi aleyhine kazanır. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.[209] Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O size, ihtilaf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir.
Konu ile ilgili olarak ayrıca bakınız: İsrâ sûresi, âyet,15; Fatır sûresi, âyet, 18; Zümer sûresi, âyet, 7; Necm sûresi, âyet, 38.
“Millet-i İbrâhîm” ifadesi, başta tevhid inancı olmak üzere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nüsük kelimesi hem genel olarak “tapınma” hem de özellikle “kurban” anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise “birinin ardından gelen, onun yerini alan” demektir (halîfe teriminin anlamları konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:30). Sûrenin başından itibaren Allah’ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm’ın hak din, Hz. Muhammed’in de hak peygamber olduğu; ayrıca İslâm’a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde Hz. Peygamber’e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah’ın lutfettiği hidayet sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadî ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar’ın hem de yahudiler ve hıristiyanların sözde inandıkları İbrâhim’in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır. Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnenler sonunda Allah’ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir. Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nisbetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan içindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır. Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah’ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah’ın cezalandırmasının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O’nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindirilmektedir.
O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya hâkim kimseler) yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır. Şüphe yok ki O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
“Millet-i İbrâhîm” ifadesi, başta tevhid inancı olmak üzere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed’in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular. Nüsük kelimesi hem genel olarak “tapınma” hem de özellikle “kurban” anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise “birinin ardından gelen, onun yerini alan” demektir (halîfe teriminin anlamları konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara
2:30). Sûrenin başından itibaren Allah’ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm’ın hak din, Hz. Muhammed’in de hak peygamber olduğu; ayrıca İslâm’a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerde Hz. Peygamber’e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah’ın lutfettiği hidayet sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadî ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar’ın hem de yahudiler ve hıristiyanların sözde inandıkları İbrâhim’in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır. Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnenler sonunda Allah’ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir. Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nisbetle dünyevî bakımdan üstün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan içindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır. Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah’ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah’ın cezalandırmasının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O’nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindirilmektedir.